Dünya nimetleri ahiretten mi çalıyor?
Bir önceki yazımda bir sonraki yazıya dediğim husus bu; okuyucumuz dünya nimetlerinden dünyada istifade etmeyi ahiret nimetlerinden eksilmeye sebep teşkil edip etmeyeceğini hem de “çalma” kelimesini kullanarak soruyor.
Meselenin iki ayrı kesim için ayrı şekillerde mütalaa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nedir bu iki kesim? Müslümanlardır. Müslümanlar en basit şekliyle şöyle bir tasnife tabi tutulabilir. Bir; benim gibi -nefsim haricinde herkesi tenzih ederim- sıradan müminler; iki, imanda zirveyi yakalamış peygamberlerin izinde giden, onların bir adım gerisinde yerleri alan sıraüstü, sıradışı müminler. Sıradan bir mümin olmak da büyük bir şeref; hamd O’na, minnet O’na ama bu sıradışı müminlerle mukayese yapacaksak -ki yapacağız- sıradan müminlerin bilinmesi lazım. Lafızların yetersizliği diyebilirsiniz. Eskiler buna dîk u elfâz derlerdi. Söz konusu tasnif öteden bu yana ulema nezdinde yapılan ve halk tabanında da zaten bilinen bir şeydir. Mesela “mukarrabin’in seyyiatı, ebrar’ın hasenesidir” beyanı bunu anlatır.
Bu kısa giriş sanırım sözü nereye getireceğimiz hakkında sizlere bir fikir vermiştir. Okuyucumuzun bahsettiği meşru ve helal dairedeki dünya nimetlerinden istifade objektif ölçüler içerisinde bakıldığında adı üzerinde meşrudur ve helaldir. Ama imanda zirveyi yakalamış; dünyada ukbayı yaşayan ve ukbası için dünyayı terk eden sıradışı müminler bu meşru ve helal nimetleri kendi adlarına haram sayabilirler. Burada haram’ı ıstılahi manada haram olarak değil, helal olmasına rağmen istifade etmemeyi iradesiyle tercih etme manasında kullanıyorum.
15 asırlık İslam tarihine baktığımızda bu iradi tercihi yapan nice devâsâ kâmetler görürüz biz. Nitekim zühd ve takva kavramlarını bu anlayışa irca eden yaklaşımlar ve maddî örnekler bunu isbatlar. Özelde tasavvuf tarihi bunun nice nice örnekleri ile doludur. Efendimiz’in (sas) karpuz yiyip yemediğini bilmediği için ömür boyu karpuz yemeyenler, tarihimizin sayfaları arasında yerini alan insanlar değil midir? Günümüzde de denize nâzır misafireten kaldığı evde ılgım ılgım esen rüzgârlı bir ilkbahar sabahı balkona çıkınca gördüğü manzara karşısında büyülenip hemen odasına geri dönen ve orada kaldığı müddetçe de bir daha balkona çıkmayan örneklerimiz vardır bizim. Sebep; işte okuyucumuzun bahsettiği şey; dünyanın bütün mezafiri ile insana bir gelin edasıyla görünmesi ve bu zevkin ahiret nimetlerini noksanlaştıracağı endişesi.
Bu sözler bir tesbitten ibarettir. Biz yaşamasak da yaşanılan, anlamasak da anlaşılan bir gerçeğin resmidir. Haşa ve kella tenkit değil. Bu yüzden bize, bizim gibi sıradan insanlara düşen şey, her şeyden önce bu vakıayı saygıyla karşılamaktır. “Allah’ın kendilerine helal kıldıklarını haram kılıyorlar” dememektir. Çünkü haramı da helali de bize öğretecek seviyenin insanlarıdır onlar. Ve eğer denildiği gibi haramı helal kılıyorlarsa kendilerine kılıyorlar, etrafındaki insanlara böylesi telkinlerde bulunmuyorlardır. Hatta öylesine ki kendi konumlarının idrakinde olduklarını gösterir tarzda yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için “bizim bulunduğumuz seviyenin insanı olmayanların bu kitabı okuması doğru değildir” diye kitapların başına şerh düşüyorlardır. Kaldı ki Efendimiz’in hayatında da teheccüd namazından savm-i visale kadar bu türlü örneklere rastlamıyor muyuz?
Bize düşen ikinci şey; onlar seviyesine çıkmak için sadece niyet etmek, o niyete bağlı olarak çalışmak, çabalamak, gayret göstermektir.
Okuyucumuzun sözleri ile bağlayayım; mümin kendini çilekeş bir hayatın içine hapsetmemeli; zillet görünümü veren bir hayat yaşamamalı; dünya ve ukba nimetlerini birbiri ile mukayese etmemeli ama mukarrabini de anlamaya çalışmalı; onları kendi derekesine indirip tenkit etmemelidir.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment