“Ben de insanım…”
Çok rikkatime dokundu benim. Ağlamak istedim, ağlayamadım. Yıllar öncesine götürdü beni çünkü Hocaefendi’nin o sözleri. İnsan dedim içimden. Biz genelde Hocaefendi’yi alim ve lider özellikleri itibarıyla gözlemliyor ve değerlendirmeye, anlatmaya çalışıyoruz. Ama onun da bir insan olduğunu ve insani hususiyetlerini mesela ağlamasını-gülmesini, üzülmesini-sevinmesini, hatta zaaflarını nedense nazara almıyoruz ve nazara vermiyoruz.
Sadece Hocaefendi değil; siyasi gayri siyasi neredeyse bütün liderler için öyle. Halbuki bunlar da insan. Kendi ifadesiyle “ağaç kavuğundan çıkmadım” ben demişti bir defasında. “Benim de bir ailem var” bu çıkışın son cümlesiydi.
Bir hatıramı yazayım. Yıllar önceydi. 90’lı yılların başı olabilir. Halasının oğlu kanser rahatsızlığından yatıyor Korucuk köyünde. İzmir’deyiz. Kışın ortası. Hava şartları çok sert. Ölüm döşeğindeymiş. İhtimal son görmem olur diye düşündü ve ziyarete karar verdi Hocaefendi. Karpuz canı istiyormuş halası oğlunun. Telefonla bildirmişler. Belki bu haber, ziyaret düşüncesini tetikleyen başka bir unsur olmuştur; onu bilemem. İzmir manavları, halk arasında ‘aşerme’ tabir edilen hamile bayanların istekleri için kışta yaz, yazda kış meyvelerini bulundururmuş. İlk defa o zaman duydum. Samanlar arasında saklanmış birkaç karpuz buldular ağabeyler. Hocaefendi Ankara’ya kadar uçakla, sonrasında çetin hava şartlarından dolayı araba ile Erzurum’a gitti. Anlattıklarına göre Korucuk köyüne vardığında son dakikalarına yetişmiş halası oğlunun. Karpuzu yemiş merhum ve sonrasında vefat etmiş. Allah rahmet eylesin.
Birkaç gün sonra geldi. Arka salonda oturuyoruz. Akşam namazı öncesi. Dışarıdan misafirler geliyor. 1966 yılından beri birlikte olduğu dostları bunlar, arkadaşları, kardeşleri. Dost, arkadaş, kardeş ama Hocaefendi’nin mehabeti, kültürümüzde var olan ‘alim’e saygı farklı bir formatta tezahür ediyor bu koca koca insanlarda. Zaruret hasıl olmadıkça konuşmuyorlar. Soru soruyorlar ama yaren muhabbeti yapacak ölçüde mesafesizlik söz konusu değil. Salona giren, selam verip bir kenara oturuyor. Belli aralıklarla teker teker salona giren o kişilerin kaçıncısındaydı bilemiyorum, en sonunda patladı Hocaefendi. Hiç unutmam, sesini de yükselterek: “Yeter be!” dedi. “Ben de insanım. Halamın oğlu öldü; bir başınız sağ olsun demek yok mu?”
Bu hatıra ile giriş yaptım; birkaç gün yaşadıklarımız da aynı bağlamda çünkü. Bilenler bilir; elektronik bir saat var; namaz vakitlerinde ezan okuyor. Bülbülü hoşedâ hafızlar. Namaz vaktine göre farklı makamlarda ama hepsi de İstanbul ağzı ile. Sonrasında ezan duası var. Bir arkadaşımız seslendirdi o duayı. Bildiğim kadarıyla Arap değil ama Ezher mezunu olduğu için ağzı çok yatkın Arapçaya. Oturuyorduk. Yatsı ezanı okunmaya başladı. Dinledik ezanı, çoğu zaman hatta her zaman olduğu gibi. Eşheduenne Muhammedun Rasulullah faslına gelince; ‘karret aynî bike ya Rasullallah’ diyerek her iki elin başparmaklarını önce dudaklara sonra gözlere sanki sürme gibi çekti. Erzurum’da Hocaefendi’nin yetiştiği tekke ve medreselerde yapılan bir uygulama. Bid’at deyip meseleyi başka yerlere çekenler olabilir. Öyle bile olsa muhtevadan hareketle buna dense dense bid’at-ı hasene denir.
Mezkur arkadaşımızın sesinden ezan duasını dinledik ezandan sonra. Yeni ayrıldı buradan. Talebeliği daha yakınlarda sona erdi. Hayata atıldı. Baktım, Hocaefendi’nin gözleri dolmuştu. Şöyle bir etrafına baktı. Boş kalan bir koltuk vardı orada. Yıllardan beri kendisine yârı vefâdâr olmuş birisi. “Allah’a karşı kimseyi tezkiye etmem” ama Kudret-i Kahire’nin değil bana göre Kâdir ve Kadîr olan Allah’ın kudreti latifesi ile Hocaefendi’ye arkadaş yaptığı bir insan o.
Aslında bunu da Hocaefendi’den öğrendik biz. Birisini medh u senada bulunurken “Vela üzekki alellahi ehade” der. Manasını yukarıda verdim. Neden? İlm-i ilahiye muhalif bir beyanda bulunmak istemediği için. Zahirde iyi ve güzel ama ya İlm-i İlahi’de? Yaşadığı hadiseler de var Hocaefendi’nin. “Birisini medh u senada bulunuyorum. 24 saat geçmiyor onun elinden tokat yiyorum.” Dolayısıyla Efendimiz’in (sas) arkadaşını gıyabında medh eden sahabisine “Arkadaşının boynunu kırdın” demesine; nefsi tezkiyede Bediüzzaman’ın “tezkiye etmemek suretiyle tezkiye” ölçüsüne tam uygun bu söylem tarzı “Allah’a karşı kimseyi tezkiye edemem” diyerek söze başlamak.
İşte o koltuğu boş görünce –bir münasebetle kısa bir süre için ayrıldı- “o da gitti” dedi ismini söyleyerek. “Zaaf noktam var benim; alıştığım insanları kolay kolay terk edemiyorum. Şu ezan duasını dinliyorum; gözlerim doluyor. Geri çağırasım geliyor. Yaşlanınca bu hissiyatım daha buudlu hale geldi.”
Bakın bir başka hatıra. 1987 yılıydı. Yanında 2,5-3 yıl talebelik yapmış birisi askere gitmişti. O şahsın ilk çarşı iznine çıkıp Hocaefendi’ye ziyarete geldiği günü hatırlıyorum. Umulmadık bir şekilde sabah 10 sıralarında çıktı geldi kaldığımız yere. Hocaefendi de salondan kalkmış, mutfağı kolaçan edip odasına geçecek. Bazen yapardı bunu. Öğle yemeğine ne yapıyorsunuz der; temizliği, tertip ve düzeni kontrol ederdi. Hocaefendi ile umulmadık bir şekilde koridorda karşılaştılar. Asker kıyafetiyle talebesi ve Hocaefendi. Hiç unutmam; kollarını makas gibi açarak talebesine doğru hızlı adımlarla öyle bir yürüdü ki, sanki koşuyordu ve bağrına öyle bir sardı sarmaladı ki; kıskanmamak elde değil. Öyle zannediyorum, o arkadaş anne kucağının sıcaklığını duymuştur o sarılmada.
Gördüğünüz gibi, bir değil iki değil onlarca, yüzlerce vakıa var ve ben şahidiyim bu hissiyatın. Bir şey daha ilave edeyim: Sadece insanlara karşı değil eşyaya karşı bile tavrı böyleydi Hocaefendi’nin. Nitekim o akşam şunu da söyledi: “Eski kaldığım yerleri hatırlıyorum. Gözlerim doluyor.” Örnekler vereyim isterseniz: Mesela; Erzurum’dan Edirne’ye giderken yanında götürdüğü tahta bavulunu kardeşine vermiştir Hocaefendi. Yıllarca saklamış onu. Yazıp yazmamada tereddüt ettim ama haydi yazayım; bir gün beni çağırdı ve dedi ki “Kurşunlu Medrese yıllarımdan kalan kalemtıraşım bu benim. Yıllardır saklıyorum onu. Al, sende hatıra kalsın.” Yakın dairede yerini alan insanlara sorun; nice hatıralarından ve nice eşyalardan söz edecektir. Sonra? Sonrası çok önemli. Dedi ki Hocaefendi: “Sonra kaçıyorum bu duygudan. Allah’a karşı saygısızlık olur diye kaçıyorum.”
Evet, Hocaefendi de herkes gibi insan. Keşke onu sadece günlük yaşam içinde insani özellikleriyle kaleme alan birisi çıksa. Kardeşleri ve akrabaları ile ilişkisinden yeme-içme alışkanlıklarına kadar her şeyi okusak, öğrensek o kitaptan. Keşke!
Bir çağrı mı bu yazı? Evet; bir çağrı. Eli kalem tutanından bir hatıra ile bile olsa katkıda bulunabilecek herkese bir çağrı.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment