Anam babam Sana feda olsun!
Sa’d b.Ebi Vakkas’in Efendimiz’e (sas) yönelik bir sözü gündeme geldi; “Fedâke Ebi ve Ümmî Ya Resulallah!” “Anam babam Sana feda olsun ey Allah’ın Resulü.”
Hocaefendi’nin yaptığı çok çarpıcı bir yorum var burada, onu yazacağım ama önce bu yoruma ayrı bir mana ve derinlik kazandıracak çarpıcı bir başka bilgiyi sizlerle paylaşmak isterim.
Hz. Ali’nin beyanlarına göre “Annem babam Sana feda olsun” deyimini Allah Resulü de kullanmıştır fakat sadece bir kişi için; o da Sa’d b. Ebi Vakkas’tır. Siyer kitapları bu bilgiyi tasdik eden rivayetlerle dolu. Uhud Savaşı’nda müşriklere karşı verilen mücadelede ok atan Hz. Sa’d’a Efendimiz’in aynen böyle dediğini anlatılır.
Hocaefendi’nin çarpıcı diye nitelendirdiğim yorumuna geçeyim; “Onun ‘Anam babam sana feda olsun demesi.’ içindeki Peygamber sevgisinin bir anlık dışa vurumudur. O sevgiyi o insan hayatının her anında duyar ve yaşar.” Hz. Ali’nin bizlere verdiği bilgi ise bana göre Hocaefendi’nin mezkur yorumuna derinlik katıyor ve ayrı manalar kazandırıyor. Nedir derseniz cevabım şudur: Madem o deyimin dile getirilişi kalpteki sevginin bir anlık dışa vurumudur; aynı şey Efendimiz’in Sa’d b. Ebi Vakkas sevgisi için de geçerlidir; çünkü ikisinin de ağzından çıkan söz aynıdır: “Anam babam Sana feda olsun!”
Nitekim bunu destekleyecek iki şey aktarayım. İlkini Hz. Aişe validemiz rivayet ediyor. “Bir savaşta Efendimiz (sas) gece istirahat öncesi çadıra düşman saldırısı yapılacağı endişesini yaşamış ve, “Keşke birisi beni korusa!” demişti. Tam o esnada çadırın önünden sesler duyuldu. Dışarı çıktı, karşısında Hz. Sa’d şunları söylüyordu: “Sizi korumak üzere geldim, nöbet tutacağım Ya Resulallah!”
İkincisi: “Allah’ım! Sa’d’ın duasını kabul et.” duasına mazhar olması. Daha ötesi var mı? Konum Hz. Sa’d olsa destan yazarım. Daha detaylı bilgi almak isteyenler hadis, siyer ve megazi kitaplarına müracaat etmeli.
Sadece Hz. Sa’d mı? Elbette hayır. Bu konuda Hocaefendi’nin düşünceleri çok net. Şimdiye kadar da defalarca seslendirdi. “Allah hususi olarak yarattığı Nebi’sine sahip çıkacak insanları da hususi kılacak, ona göre özellikler verecektir. İlahi intihap diyebilirsiniz buna.”
Sohbetteyiz. Böyle başladı sohbet. “İstikamet içinde olmayan başkalarına nasıl istikamet verir ki?” diyordu çok da yüksek olmayan ses tonuyla. Neydi Hocaefendi’ye bunu söyleten? Bir soru mu sorulmuştu? Hayır. Soru sorulmamıştı ama Hocaefendi bir girizgâh arayışı içindeydi. Sesli düşünüyordu ya da aklına gelen bir mesele üzerinde sesli muhasebe yapıyordu. Zaten hiç soluk almadan devam etti: “O’nunla münasebette karınca halimizle buralardaysak, ne kadar şanslıyız. Çobanlar böyle duyuyorsa kim bilir büyükler neler neler duyuyordur?”
Kimdi karınca; kimdi çoban ve duyulan şeyler nelerdi? Sözün bağlamından bir şeyler çıkartabiliriz belki ama sonrasında söylediği şu iki cümle buna ihtiyaç bırakmıyor. “Allah karşısında eğilen herkes kendi seviyesine göre bir şeyler hisseder ve bu kadar zevkli bir şeymiş der. Allah bu zevki derinlemesine duymayı herkese nasip etsin.”
İslam’ın kışrına sarıldık
Amin denir bu duaya. Amin, hem de can u gönülden. Fakat gerçeklerle yüzleşmekten de kaçınmamak lazım. Namazın sahibine zamanında iade edilecek ve sorumluluktan kurtulmak için hemen elden çıkartılacak bir emanet olarak görüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Ben, sen, o, biz, siz, onlar herkes ve hepimiz bu dünyanın insanlarıyız. Hocaefendi çoban diyor, karınca diyor da çoban olmaya da karıncaya olmaya da dünden razıyız. Biz bunu dahi olamadık işin aslına bakacak olursanız. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle İslam’ın kışrına sarıldık özüne ineceğimiz yerde. Kendi ifadeleriyle aktarayım. Şöyle diyor Üstad: “İslamiyet’in magz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehm ve su-i edep ile İslamiyet’in hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik. Ta, o da bizden nefret ederek ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.”
Kimse kusura bakmasın; durduğumuz yer burası bizim. Bu hakikatle yüzleşmeden, durumumuzu daha iyi ve daha güzele taşıyamayız. Bilmez ve bilmediğini bilmez hatta bilmediği halde kendimizi bilir zanneden insanlarız bizler. Keşke bilen ve bildiğini bilmeyen insanlardan olsaydık. Heyhat!
Sözü mihverinden çıkarmak için değil, daha iyi anlaşılması için yaptım bu ilaveleri. Sohbete döneyim yeniden: “İnsan böyle bir mazhariyet içinde olursa başına ne gelirse gelsin hafif kalır. Seni buldum Allah’ım! Buldum ve kurtuldum der.” Çok tanıdık bu sözler. Göğsüne yediği ok veya mızrak ile şehadet şerbetini içen sahabiyi ve onun son sözlerini hatırlatıyor insana: ‘Füztü ve Rabbi’l Ka’be” Yani “Ka’be’nin Rabbine yemin olsun ki kurtuldum.” Doğru, dünya meşakkati adına kurtuluyor. Güle oynaya ölüme gidiyor. Hayır, ölüme değil her gün gitmek için can attığı asıl evine gidiyor. Ahirete böyle bakmayan bir insan, hayatının baharında göğsüne saplanan mızrak karşısında böyle demez, diyemez. Ondan kurtulmanın, yaralarını sarmanın, yeniden hayata dönmenin yollarını arar.
Hocaefendi de zaten ilerleyen dakikalarda buna işaret etti. “Dünya sıkıntılarına katlananlar bu mülahaza ile katlanmışlar.” dedi. “Tarih boyunca hiç eksik de olmamış böylesi mücadeleler.” diye ilave etti. Hz. Nuh dedi, Hz. İbrahim dedi, Hz. Lut dedi. Bir ara ‘Peygamberlere karşı çıkan insanların seslendirdikleri düşünceleri alın günümüze getirin ve mukayese edin, aynı hırıltılar olduğunu göreceksiniz.’ dedi. Bu sözü yerde kalmasın, mücerretten müşahhasa dönsün diye bir ayeti misal verdi. Hiç yorumsuz sadece mealini veriyorum. “Hani o inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, onların tuzaklarına karşılık verenlerin hayırlısıdır.” (Enfal, 30)
Pekâlâ ne yapıyor Efendimiz (sas) bunun karşılığında? Sebeplere riayet ediyor. Zira sebeplere riayet, Allah’a karşı olan saygının gereğidir. Hayatından endişe mi duyuyor. Baksanıza hicret esnasında karşılaştıkları takiplerde yakalanacağız endişesini taşıyan Hz. Ebu Bekir’e söylediklerine: “O iki kişi hakkındaki zannın nedir ki ya Ebu Bekir, üçüncü Allah’tır.” Bu endişeyi duyan bir insan o atmosferde bunları diyebilir mi?
Üstad ile bitirelim: “İnsanın mahiyeti büyüktür, mahiyet-i âliyedir, cinayeti dahi azimdir, intizamı da mühimdir, sair kainata benzemez, intizamsız olamaz. Evet; ebede namzet olan büyüktür, mühmel kalamaz, abes olamaz. Fenay-ı mutlakla mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, cennet dahi âgûşu nazdâresini açıp bekliyorlar.”
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment