Allah bizi insan eyleye
Ne zaman “irfan” denildiğini duysam kulak kesilirim. İlmin insan benliğine mal olmasının adıdır irfan. Marifetullaha erme aklıma gelir benim irfanı duyduğumda. Hz. Ma’ruf ile buluşma gelir, arif olma, arife olma gelir.
Tatmadım, hissetmedim ama işittim, okudum ve en önemlisi gördüm o ufka erenleri. Sayısı üç-beş ile sınırlı da olsa halleştim onlarla. Aman Allah’ım! Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen hatırlaması bile insana kutsi bir zevk, müthiş bir heyecan veriyor.
Hocaefendi her zamanki temkini içinde konuşuyor. Sırasıyla iman, İslam, ihsan diyor, ihsana vurgu yapıyor. Nazar, amel, irfan, muhabbet, aşk u iştiyak diyor, irfanda ârâm kılıyor. Yan tarafta oturuyordum, yüzümü not aldığım defterden kaldırdım ve baktım bakışlarına acaba kime ve nereye bakıyor diye. Neden mi? Çünkü ben de dahil hiç kimsenin ağızdan çıkan ve her bir kelimenin kalbin bam teline vurduğunu tahmin ettiğim o aşkın ifadeleri anladığı kanaatinde değildim. Yüzüne de zaten onun için nigâh-ı âşina kıldım. Kime konuşuyor bunları diye içimden geçirdim.
Zordur çobanlara rehberlik yapmak
Gördüğüm manzarayı söyleyeyim; önüne oturmuş beş-on kişiye değil, bakışlarını ufka doğru sabitlemiş sanki başkalarına konuşuyordu. Gelecek nesiller olabilir mi? Hiç şüpheniz olmasın. İyi ki teknoloji var ve iyi ki bu sohbetler görüntülü olarak kamera kaydına alınıyor. Anlamadığımızı anladığı halde ara sıra yüzünü şöyle bir etrafta dolaştırması, anlamadığımızın bir başka ispatı olan ilave açıklamalara girmesi de onun nezaketi.
“Kendine de, orada bulunanlara da haksızlık yapıyorsunuz” diyebilirsiniz. Belki de haklısınız. Ama 30 yılı aşkın ilahiyat alanındaki ve özellikle tasavvuf erbabının irfan meclisleri sahasındaki okumalarım bana şunu söylüyor; eğer anlatılanları hakkıyla anlasaydık, oradaki atmosfer çok farklı olurdu. İ. Rabbani’nin otağında, Abdülkadir-i Geylani’nin halkasında, Şah-ı Nakşibendi’nin müridânında olduğu gibi olurdu. O gün o mecliste bunun ne izi ne esâmesi vardı.
Aslında bizler için tahayyülü ve tasavvuru bile acı verici ama bir de o mürşid-i kâmil’i düşünün. Sağır kulaklar, kör gözler, ölmüş vicdanlar demesem ve diyemesem de kalp ve ruh hayatı adına o çizgiye yakın yerde duran insanımıza sesini duyurmaya çalışan mürşidi düşünün gerçekten. Kendinizi onun yerine koyun. İrfan deryasında yaşadıklarını nazara verip; “Gelin! Gelin Allah aşkına, gelin birlikte yüzelim bu deryada” diyen; “gelin birlikte kapılalım bu girdaba” diyen mürşid-i kamili. Zordur dostum zor; hem de çok zordur çobanlara rehberlik yapmak. Zordur, anlamayan ve daha ötesi anlamadığını anladığın insanlara bir şeyler anlatmak.
Sohbetin bitişini anlatayım sizlere. Daha Hocaefendi salondan çıkar çıkmaz nasılsın diyen üç beş kişiye iyi değilim dedim ve dili bağlı olan kalbimin hissiyatını sıcağı sıcağına paylaşmaya çalıştım. Anlamıyoruz ve anlamadığımızı da anlamıyoruz dercesine, Hocaefendi ile aramızdaki derin uçurumdan söz ettim. Bir kat aşağıya indiğimde bu defa başkaları çevirdi beni ve sordular: “Nasıldı sohbet?” İslami ilimlerden kısmen behresi olanlar arkadaşlarımdı onlar. Onlara farklı konuştum; “Eğer bizler Taptuk Emre’nin dergahında olsaydık, Yunus’un getirdiği düzgün odunla kovardı bizi dergahtan.” dedim. Malum hikâyedir; Yunus dergâhın sobasında yakmak üzere odun toplarken “Bu dergâhın kapısından odunun yamuğu bile giremez.” diye saatlerini harcıyor düzgün odun bulmak için. Nerede Yunus’taki o ruh, o düşünce ve nerede biz? Dergah mı? Sübjektif bulabilirsiniz cevabımı ama söyleyeyim; fazlası var eksiği yok.
Hakikatini unuttuğumuz irfan
Hasan amcayı hatırladım şimdi. 1986 yılında tanıdım kendisini. Kaderin daha sonra oğluyla bizleri akraba yaptığı Hasan amca ile 1986’dan bu yana seyrek de olsa çeşitli münasebetlerimiz oldu. Beş vakit namazını camide birinci safta imamın hemen arkasında kılmaya özen gösteren tanıdığım nadir insanlardan biri. Namaz aşkı, şevki ve heyecanını, bildiği ve doğruluğuna inandığı dini bilgileri hayatının her karesine ve her saniyesine tatbik eden Hasan amca. Kesinlikle bu dönemin Müslüman’ı değil. Müslümanca yaşamın zirve yaptığı dönemlerde yaşıyor sanki. İyi ki de yaşıyor ve biz onu görerek, onu göstererek ‘İşte hakiki Müslüman’ diyebiliyoruz. Günümüz dünyasında kaç kişi vardır böyle Müslüman, bilemem ama ben şanslıyım; çünkü Hasan amcayı tanıyorum.
İki yıl kadar önceydi. Oğlunu ziyarete geldiğinde namazları hep kampta kılardı. İlerlemiş yaşına rağmen taviz yoktu cemaatle namaz konusunda. Değişik vesilelerle her gidişimde görürdüm onu kampta. Ama bir şey dikkatimi çekerdi; çekerdi ama soramazdım neden diye. Uzunca boyuyla dimdik yürüyen Hasan amca, Hocaefendi’nin bulunduğu binaya adımını attığı andan itibaren öne doğru hafif eğilerek yürürdü. Türkiye’de kendisini bazı hastalıkları vesilesiyle muayene eden misafir bir doktorun dikkatini çekmiş bu durum. Böyle yürümesini gerektirecek bir hastalığı olmadığını bildiğinden rahatlıkla ona sormuş: “Ne oldu Hasan amca? Neden böyle iki büklüm yürüyorsun.” Doktor beyin aldığı cevap tam da benim üzerinde durduğum noktaya işaret ediyor; irfana. İsterseniz halk irfanı deyin; isterseniz halk Müslümanlığının derinlerden derin sezgisi deyin: “Doktor bey; burası öyle bir dergah ki burada insan dimdik yürümez. Edep iki büklüm olmayı gerektirir.”
Söyleyin bana Allah aşkına, nedir ona bunu düşündürten ve uygulatan? Ben söyleyeyim; irfandır irfan. Bizim asırlardan beri sadece adını söyleyip hakikatini unuttuğumuz, unuttuğumuzu da unuttuğumuz irfan.
Her neyse, iki cümle de olsa sohbetten bahsedeyim şimdi de. İrfanın ve ihsanın amelle besleneceğinden söz etti Hocaefendi. Bunun insanın nasıl tabiatı haline gelebileceğinden, bunun için Allah’a nasıl yalvarılması gerektiğinden dem vurdu. 60 yıl-70 yıl demeden bunu ısrarla istemenin lüzumuna değindi. “Belki” dedi yaşlı gözlerle, “Siz bu ısrarı gösterirseniz ölümünüze 2 yıl kala açılır bu kapı.” “Ocak gibi cayır cayır yanmayı” nazara verdi. “Gel-git’ler yaşasanız da yanmaktan vazgeçmeyin.” tembihatında bulundu. Allah’ı görüyor gibi olmakla, O’nun tarafından görünüyor gibi olmak arasındaki farka ve bu ikisinin kendi içinde mertebe ve derece farklarına işaret etti. Son bir cümlesi vardı ki bitirdi beni: “Eğer ehli sünnet, taklidî imana makbul demeseydi, hepimizin hali perişandı.”
Ne diyeyim; bu sözden sonra söylenecek her şey israf… Alvar İmamı gibi diyeyim: “Allah bizi insan eyleye.” Doğru söylüyor Alvar İmamı. Kestirmeden ifade ediyor hakikati. Zira insan olmayan hakiki Müslüman olamaz. Hakiki Müslümanlığı yaşamanın yolu Hz. Ma’ruf ile irfan ufkunda buluşup marifet deryalarına dalmaktır. Allah nasip eyleye!
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment