Âkil adamlar veya kaht-ı ricâl
Neden diye başlıyor okuyucunun her bir soru cümlesi. Hepimizin âşina olduğu hadiselere atıflarda bulunuyor.
Gecenin karanlığına da, gündüzün aydınlığına da rengini, tadını, kokusunu veren zulmün zulmetli yolculuğundan örnekler veriyor. Belli ki bunalmış, akleden kalbe sahip herkes gibi. Ve şöyle sonlandırıyor sorularını: “Neden bu kadar basiretsizlik? Neden bu kadar ferasetsizdik? Hani nerede kaldı fetanet?”
Cevabımı vereyim; eskilerin deyimiyle kaht-ı ricâl. Yani imanı, izanı, ilmi, irfanı, tecrübesi, ufku itibarıyla sıra dışı bir mekanda kendine yer edinen; sahip olduğu bu özellikleri ile kendiliğinden sivrilen, yaptığı tahliller, söylediği düşüncelerle çağlar ötesine seslenebilen devasa kametler demek ricâl. Kaht ise, işte böylesi âkil adamların yokluğu.
Kendi tarihimize bu gözle bakalım, dini, siyasi, iktisadi, kültürel, hukuki ne zaman şahlanışa geçtiysek, orada bahse medar âkil adamların ayak izlerini görürüz. Ne zaman tam tersi bir durumla karşılaştıysak, bu defa da karşımızda burnunun ötesini görmekten aciz kişilerle karşılarız. İşte bu noktayı çok iyi kavramış olan nice idareciler, ehliyeti, liyakati, bigisi ve tecrübesi ile “ben farklıyım” diyen âkil insanları etraflarında tutmuş, hayatî denebilecek görevlerde onları istihdam etmişlerdir.
Erken dönem İslam tarihinden iki misal vererek konuya açıklık kazandırabilirim. Birincisi; Hz. Ömer. Hz. Ömer hilafet makamına geldikten sonra –ki Efendimiz’in vefatından takriben 2,5 yıl sonra devlet başkanı olmuştur- yaptığı icraatların başında âkil adamların Medine dışına çıkmasına izin vermemesi gelir. Kimdir o dönemdeki âkil adamlar? Efendimiz’le (sas) arkadaşlık etmiş, onun değişik zaman ve mekanlarda değişik ahvaline vakıf, bazıları bizzat onun tarafından görevlendirilmiş kişilerdir. Dikkat edin; samimiyetleri, sadakatleri, ihlasları demiyorum; zira ashap için bunlar zaten müsellem. Ama iş bilirliği diyorum, bilgisi ve tecrübesi diyorum. Ne yapmış Hz. Ömer bunları? Mabeyn-i hümayuna almış; danışma kadrosu olarak görevlendirmiş. Her türlü meseleyi sürekli bunlarla istişare etmiş. Halbuki bu insanlar İslami heyecan ve helecanları gereği İslam ordusu ile birlikte Medine dışına çıkmayı ve şehit olmayı hedefleyen kişilerdir.
İkincisi; bugün bile hatırladığımızda ciğerlerimizi dağlayan veba salgını. Amvas vakası olarak tarihe mal olan söz konusu veba salgınında tam 250 bin kişi Rahmet-i Rahman’a yürümüştür. Hicri 17. yılda gerçekleşen bu elim hadisenin geride bıraktığı enkazın en büyüğü ve en önemlisi âkil adamların mezkur veba salgınında şehit olmasıdır. Evet, hem büyük hem de önemlidir çünkü hemen bütün İslam tarihçilerinin yorumları ile Hz. Osman ve devamında Hz. Ali dönemindeki fitne hadiselerinin arkasında Amvas şehit olan âkillerin vefatı yatmaktadır.
Neden bu yorum yapılıyor? Neden eğer onlar olsaydı, o fitne dönemlerinde ağırlıklarını koyarak içtimaî hayatta yerlerini alsalardı, karar mekanizmalarında bilgi ve tecrübeye dayanan kanatlarına müracaat edilseydi ne Cemel ne de Sıffin olurdu deniyor? Çünkü Hz. Osman hilafete geçtiğinde Hz. Ömer’in âkil adamları Medine’de tutma politikasına son vermiş; onlardan ısrarla gelen Medine dışına çıkma, fetih hareketlerine katılma arzularının önünde duramamıştır. Düşünün Ubeyde b. Cerrah’tan Muaz b. Cebel’e, Şurahbil b. Hasene’den Süheyl b. Amr’a kadar nice devâsâ kâmet bu kervanın içindedir. Bu isimleri duyunca sanırım bu yoruma siz de hak vereceksiniz.
Okuyucumuza döneyim; bir kaht-ı ricâl dönemi yaşıyoruz ki sormayın gitsin. Sizin neden deyip arka arkaya sıraladığınız soruların birçok cevabı var ama söz konusu muhtemel cevapların en önemli ayağı bu bence.
Not: Sovyetlerin Afganistan işgali yıllarında çok kullanılırdı. Şimdi Suriye’den Irak’a, Gazze’ye kadar neredeyse her yer Afganistan. Bu tablo bana o cümleyi hatırlattı: Bayramsa bayramınız mübarek olsun…
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment