Te’vil-i ehadis
Eve döndüm, eşim her zamanki gibi sen nasılsın demeden önce ‘Hocaefendi nasıl?’ sorusunu sordu. Öyle bir şey demem lazım ki, hem yalan olmasın hem de eşim üzülmesin. Türkçemizdeki o enfes tabirle idare-i kelam etmem lazımdı, sizin anlayacağınız.
Üzmek istemiyorum eşimi; çünkü gerçeği bütün çıplaklığı ile söylesem üzülecek. Kaldı ki ne benim ne de onun duadan öte yapabileceğimiz bir şey yok. Yalan da söyleyemem. Öyleyse yalan olmayacak ama onu da üzmeyip duaya sevk edecek kadar kapıyı açmalı ve gerçeği söylememeliydim. ‘An’lık bir karardı ve öyle de yaptım; idare-i kelam ettim.
Ardından gece boyu çok ama çok düşündüm; kaç defa bilgisayarın başına oturup yazayım, paylaşayım dedim; sonra vazgeçtim. Aldım-verdim sabaha kadar. Çekimserliğimin nedeni, yanlış yorumlar yapılır mı; cansız satırlardan hareketle zihinde oluşacak çağrışımlar acaba ümitsizliğe neden olur mu sorularına net cevap veremeyişimdi. En onulmaz yerlerde bile bize ümit aşılayan, ümit konuşan, ümit yazan ve ümit çağlayanları, ümit şelaleleri gibi coşan o ümitten insan hakkında Kur’an’ın ifadesiyle bir kafir sıfatı olan “ümitsiz” gibi algılanmasına vesile olmam hem beni üzer hem de gerçeklere aykırı olurdu. Bu satırları okuduğunuza göre geçti o endişem; geçti ama yine de ümitsizliğe dûçar olacak yorumların önünü kapamak için bu açıklama ile başlama ihtiyacı hissettim yazıya.
“Şu anda vücuduma bıçak saplasanız, damarlarımdan bir damla kan çıkmaz.” dedi. Bildiği, gördüğü, hissettiği şeyler karşısında sahip olduğu hal ve bu halin kelimelerle ifadesi işte bu. Siz bu sözleri okuduktan sonra zihninizde nasıl bir resim canlanır bilmem ama sizin zihninizde canlananın ötesini, hakikisini bir grup arkadaşla beraber gördük ve yaşadık. İlk değil bu manzara benim ve birçokları için. Böyle giderse son da olmayacak.
Pekâlâ neydi bu? Nedendi bu manzara? Sıradan hadiseler onun duyarlılığına çarptığı için mi böyle olmuştu yoksa en duyarsız insanları bile bu hale getirecek derecede ciddi hadiseler mi söz konusuydu? Hemen söyleyeyim; Hocaefendi’nin duyarlılığı müsellem ama bence ikincisi. ‘Nereden çıkartıyorsun?’ sorusunu sormakta haklısınız. Şundan: “Te’vil-i ehadis, bugün cereyan eden hadiseleri iyi okuma ve gidişatın nereye doğru olduğunu görme demektir. Daha açık ifadesiyle, te’vili ehadis hadiseleri doğru görme, doğru okuma ve doğru yorumlama demektir.” Halbuki biz Hz. Yusuf kıssasında anlatılan 11 yıldızın secde etmesi, kuraklıkla tabir edilen rüyalardan hareketle te’vil-i ehadisi hadiselerin âlem-i misaldeki farklı veçhesinin âlem-i şahadette bilinmesi olarak biliriz.
Zaten Elmalılı’dan Yusuf Sûresi’ne başlanmıştı. Bu sözler de o münasebetle söylendi. Tabir caizse ağzını bıçak açmayan bir insan vardı bugün derste. Anlaşılan bugünkü ders her zamankinden daha farklı bir dille gerçekleşecekti; lisan-ı hâl. Kaldı ki bu dil, bizim asırlardır sadece kitap sayfaları, sohbet notları, satır aralarında kalan, ete kemiğe bürünmüş şekliyle görmediğimiz, duymadığımız bir dildir. Bir arkadaş Elmalılı’yı okurken o, okyanus kenarında güneşin batışını seyreden insan misali bakışını ufkun enginliklerine salmış ve dalgın dalgın düşünüyordu. Daha fazla devam etmezdi bu iş. Nitekim öyle de oldu. Bir ara fasla gelince; “Öylesine oturmuş dinliyorum; burada keselim.” dedi ve kestik.
‘Keşke beni demeseler…’
Aynı günün öğleden sonrası, illerde yapılan Türkçe Olimpiyatları’nı izliyoruz birlikte. Arada mikrofon uzatılan kişilerden bazıları kendisine selam gönderiyor, saygılarını sunuyor, böylesi büyük bir çabaya fikri mimarlık yaptığı için teşekkürlerini ifade ediyorlar. Hepsi de estağfirullah sözleri ile karşılık buluyor. “Keşke beni demeseler…” diyor. Her konuşmada bu ve benzeri karşılıklar benim daha fazla susmama engel oldu ‘realite’ dedim ve ilavelerde bulundum. Verdiği cevap çok ama çok manidardı: “Hased realite tanımaz.” Anlaşılmıştı. Bu cevabın sabahki moral bozukluğu ile alakası var mıydı bilemem ama bunun mutlaka bir arka zemini vardı.
Program, düşünce dünyasının kahredici pençelerinden kısa bir müddet için bile olsa kurtulmasına vesile olmuştu. Kısmen rahatladı. “Bir doktorun dediği gibi rehabilite etti bizi de bu program baksanıza…” diyerek latifede bulundu. Hem kendi hem de etrafındakilere biraz nefes aldırdı dudakları geriye götüren bu latife ile. Sonra… Sonrası malum, yeniden derin düşüncelere daldı ve çoğu zaman yaptığı gibi tefe’üle müracaat etti. Daha önce de arz ettiğim gibi tefe’ül, belli bir seviyenin insanları için teselli olabilir. Bir tek şartla: Te’vil-i ehadise her iki veçhesiyle de vâkıf olacaksın.
Müminun Sûresi’nin 28. ve 29. ayetleri çıktı. Hz. Nuh’a hitaben buyuruyor ki Allah, bu ayetlerde: “Sen ve beraberindeki kimseler gemiye bindiği zaman: ‘Bizi zalim kavmin elinden kurtaran Allah’a hamd olsun!’ de. Yine de ki: ‘Ey Rabb’im! Beni güvenli ve bereketli bir yere indir. Sen, konuk edenlerin en iyisi, en mükemmelisin.'”
Biraz önce kaydetmeyi unuttum; aynı şekilde sabah dersinin sonunda da bir tefe’ülde bulunmuştu. O zaman da İbrahim Sûresi’nin 19. ayeti çıkmıştı. “Allah’ın gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattığını görmedin mi? Eğer dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir. Allah’a göre bu sözü edilecek bir şey değildir.” Bence, her iki tefe’ülde çıkan ayetler mana ve muhteva itibarıyla teselli verir, yol gösterir tarzda. Bilmem siz ne düşünürsünüz?
Haddimi aşıyor ama bir ayet de ben ilave edeceğim buraya. Te’vilsiz, tefsirsiz, yorumsuz olarak. “Ve şüphesiz sen pek büyük bir ahlak üzerinesin. Artık yakında göreceksin ve onlar da görecekler. Sizden hanginizin fitneye tutulduğunu. Elbette senin Rabb’in kimin kendi yolundan şaşırıp saptığını, kimin O’nun yoluna gittiğini daha iyi bilendir” (Kalem; 4-7).
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment