Söz yaşanabilir gerçek olmalı
“Doğru olanı yap yoksa aynaya bakacak yüzün olmaz.”
Bir soru ile başlayacağım; ister karı-koca, ister hoca-talebe, ister komutan-asker ister ebeveyn-çocuk, isterse şeyh-mürid ilişkisi; kısacası beşeri ilişkilerde sözün değerini yitirmeye başladığını hatta yitirdiğini siz de görüyor musunuz benim gibi? İnşaalah yanılıyorumdur ama ben görüyorum; söz değerini yitirdi. Haydi istisnaları nazara alarak insafsızlık yapmayalım ve yitirdi hükmünü “yitirdi-yitirecek” diye değiştirelim.
Neden? Yukarıda saydığım sınıfları tek tek ele alarak cevap vermek lazım bu neden sorusuna. Çünkü her birinin üzerine oturduğu zemin farklı. Kiminde sosyoloji ağır basıyor, kiminde psikoloji; kiminde eğitim ve kültür önplanda kiminde ise bilgi, tecrübe ve metod. Ama hepsini de ihata edecek, hepsi adına geçerli olacak genel bir şey söylemek gerekirse iki kültürlü kimlik ve bunun çatışmaya dönmesi diyebilirim.
Ebeveyn-çocuk ilişkisi üzerinde açıklayalım. Bizler şu an Amerika ‘da yaşasak dahi dini, milli ve en geniş anlamıyla kültürel kimliğimiz Türkiye’de yoğruldu ve şekillendi. Ama ya çocuklarımız? Kimisi burada doğdu; kimisi çok küçük yaşlarda buraya geldi. Burası ise herkesin kabulleneceği gibi dini, milli ve kültürel açıdan katiyen bizim doğduğumuz ve büyüdüğümüz yerler gibi değil. Dışarıya müdahalemizin çok olmadığı/olamayacağı böylesi bir ortamda evimizin içini kendimiz gibi düzenleyerek bu açığı kısmen kapatırız düşüncesi ile konuştuğumuz dilden, ev dizaynına; yemek menümüzden, seyrettiğimiz TV kanallarına; dini öğretilerimizden, büyük-küçük, akraba, konu-komşu ilişkilerimize yani müdahale imkânımız olan hayatın her alanında kendi kültürel ortamımızı inşa etmeye çalıştık ve hala çalışıyoruz. Tabii ki imkanlarımız nisbetinde ve tabii ki şuurluca yapabildiğimiz oranda. Böyle diyorum zira evin içinde olsa dahi çocuklarımızın seyrettikleri televizyonlara, oynadıkları bilgisaray oyunlarına hakim olamadık; olamazdık da. Takibini gönlümüzce yapamadık, istediğimiz sonucu alamadık, yapamaz ve alamazdık da.
Çocuklarımız büyüdü ve kırılma noktasına geldi. Kırılma noktası -turning point de diyebiliriz- kreş ile başlayıp ilkokul, ortaokul, lise ile devam eden eğitim hayatına atıldığı dönemdir. Burada işler yavaş yavaş bizim kontrolümüzden çıkmaya başladı; vakıa öncesinde de hangi ölçüde kontrolümüzde olduğu tartışılır. Burada çocuklarımız içeride farklı, dışarıda farklı bir dünya ile karşılaştı. Bir tarafta dini,milli, kültürel kimlik adına alabildiğine kaygılı anne-baba, diğer tarafta nisbeten anne-baba için büyük değer ifade eden şeyleri hiç kaale almayan çevre; hatta o kimliği dönüştürmek, değiştirmek isteyen bir çevre. Sonuç; İngilizce’deki tabirle tam yerini bulan “bi-cultural identity/iki kültürlü kimlik” mengenesinin arasına sıkışıp kaldı çocuklarımız. Kaldı ki benzeri bir tablo Türkiye’de olsaydık da geçerli olacaktı. Küreselleşmenin sınır tanımaz olgusu orada da gelip bizi bulacaktı ama bu ölçüde olacağını söylemek insafsızlık olur.
Sonra…Sonrasını tahmin etmişsinizdir umarım; çocuklarımız ergenlik çağına geldi ve yaptıkları tercihler karşısında gerek evde anne-baba ile gerekse anne-babanın vermek istediği kimlik ile çatışmalar başladı. Öyle ki çaldıkları musıki aletinden dinlemeyi tercih ettikleri müzik çeşidine; büyüklere saygıdan, yeme-içme alışkanlıklarına; sportif faaliyetlerden odasının düzenine; Tv seyretme alışkanlığından seyredilecek programların takdirine kadar uzayan, neredeyse hayatın hemen her alanına sirayet eden bir çatışma karşımıza çıktı. “Yaptıkları tercihler karşısında” dedim yukarıda. Evet, işte bu tercihler arasındaki farklılık tablosu az veya çok her evde yaşanıyor bugün. Öylesine eminim ki bu değer yargısından şunu bile diyebilirim; “bizim evde böyle bir yaşanmıyor, yaşanmadı” diyen insan yalan söylüyordur. Çocuk ebeveyn’in arzusu istikametinde tercihte bulunduysa doğru yaşanmıyor, hatta takdir görüyordur; ama farklı her tercih az veya çok, küçük veya büyük, uzun ya da kısa süreli çatışmaların sebebini teşkil ediyor.
Gelelim yazıya başlık yaptığımız hususa; söz değerini işte tam da bu çatışma noktasında yitirebiliyor bazen. Özellikle ileri yaşlarda. Ebeveyn çocuğunun tercihini tercih etmediği için onu kabullenemiyor ve ona saygı duymuyor. Onu kendi kültürel formlarına geri döndürebileceğini düşünüyor; yasaklamalara gidiliyor, “bu kanalı seyretmeyeceksin, sinemaya evet ama şu filme gitmeyeceksin” türünden kısıtlamalara gidiyor; gidiyor ama bu söz çocuğu için ‘yaşanabilir bir gerçek’ olmadığı için artık anne- babanın sözü yerde kalıyor.
Pekala ne yapacağız? Cevaplanması zor bir soru bu. Bağımsızlığın, özgürlüğün, bireyselliğin bu denli ön plana çıkartıldığı bir kültür ortamında iş eğer bu kerteye vardıysa geriye dönüşün bir manada imkansız, bir manada çok zor olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Benim aklıma gelen, söz ile değil de, sözün muhtevasının yaşanılarak gösterilmesi. Eğer küçük yaşlarda kültürel değerlerimiz bir şekilde çocuğa verildiyse, ileri yaşlarda karşılaştığımız, nasihatin tesir etmediği bu geçici şuur kilitlenmesinin bu şekilde aşılabileceğini düşünüyorum.
Uyumlu bir örnek olur mu bilmem ama Efendimizden bir misal vermek isterim. Mekke fethi için çıktıkları seferde Hudeybiye anlaşmasına imza atıp geri dönüş yolculuğu başlayınca bazıları anlaşmayı kabullenmekte zorlanmış ve geri dönüş için dinen yapmaları gereken yanlarında getirdikleri kurbanları kesip, traş olup, ihramdan çıkma emrini yerine getirmekte tereddüd izhar etmişler. Bu durum karşısında Efendimiz Ümmü Seleme validemizin tavsiyesi ile kurbanını kendi elleriyle kesmiş, traşını olup ihramdan çıkmış. Ashabdaki şuur kilitlenmesi bununla asılmış. Dikkat edin; şu ya da bu sebeple sözü yerde kaldığı için Allah Rasulü (sas) ikinci bir defa ‘yapın’ dememiş; yapmış. Sözün değil, fiilin kalesine sığınmış.
Son söz olarak derim ki; iş bu kerteye vardıysa, sözünüz yerde kaldıysa, kalıyorsa, kalacaksa, söz değerini yitirdiyse ve sözünüz yaşanmaz bir gerçek olarak görülüyorsa, konuşmayın, susun. Söz ile değil fiille konuşun. Hayatın uzun bir maraton olduğu gerçeğini unutmadan bulunduğunuz an’a göre anlık tepkiler vermeyin, meselenin çözümünü zamana yayın. Saygı duymaya çalışın tercihlerine. Onlara küçükten beri belletilen ‘It is my life/Bu benim hayatım’ sözünü şimdi siz kullanın onlara. ‘It is your life/Bu senin hayatın” deyin. Ama ilavesini de unutmayın; ‘I am trying to understand your choice and respect it but I do not accept and approve/ Tercihlerini anlamaya, saygı duymaya çalışıyorum ama kabullenmiyorum, onaylamıyorum’ deyin. Ve son tavsiye aktif bir şekilde sabr etmeye devam edin. Aktif sabır, çocuğunuzun sözünü yerde bırakmayacağı saygı duyduğu üçüncü şahıslarla (middle person) işin takibini yapmak, çözüm arayışları içinde bulunmak demektir. Tabii çaktırmamak, perde arkasında sizin olduğunuz anlamamak şartıyla. Yoksa bu da farklı tepkilerin müsebbibi olur.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment