Mademki siz tedavi edeceksiniz…
1971 12 Mart Muhtırası’ndan sonra İzmir’deyiz…
Sağ sol kümeleşmeler hızla artıyor. Biz de o günlerde Bozyaka’da Kilimcitepe Camii’ne çok uğruyor, namazlarımızı oranın çok sevilen imamının arkasında kılıyorduk. Bir gün cemaat dağılırken cemaatten birisi bize “Ne güzel! Sizler namazlarınızı kılıyorsunuz, ama bizimkiler ne olacak?” dedi. Biz de hocamızı alarak bu kişinin evine gittik. O da oğullarını ve onun arkadaşlarını çağırdı. 25-30 kişi olduk. Meğer onlar sol bir grup imiş. Bir kısmı hapisten yeni çıkmış. Karşılıklı birbirimize sorular sorup cevaplar veriyorduk. Onların ahirete ve kadere dair sorularından sonra bizden bir arkadaş onlara, “Siz hiç size karşı olan halktan insanlara kızıp cezalandırdığınız oldu mu?” diye sordu. Dediler ki: “Elbette cezasını veririz.” Arkadaşımız, “Siz davanız itibarıyla kendinizi Türkiye’nin problemlerini çözecek tek hekim gibi görmüyor musunuz?” dedi. “Evet” dediler. O zaman dedi ki: “Şimdi bir hekime yara bere içinde bir hasta getirseler. Zavallı hasta her dokunuşta ellerini ayaklarını acı ile savurup doktora zarar verse bile doktor ona bir tekme vurup masadan atar mı? Yoksa halini anlayıp sabırla tedaviye çalışır mı?” dedi. Onlar da yanlış yaptıklarını kabul ettiler ama “Bu kadar da insan sabırlı olabilir mi?” demekten kendilerini alamadılar.
Esasen her grup, her cemaat ve câmia bir iç muhasebe ve durum muhakemesi yaparak kendisiyle yüzleşmesi lâzımdır. Kendi iddia ve misyonunu gözden geçirerek “Acaba sözlerimizle, kendi konumumuzla ve kendimizi koyduğumuz yerle davranışlarımız birbirini tutuyor mu?” demesi lâzımdır.
Gerçekten buna çok ihtiyacımız var. Eğer muhabbet fedaileri isek ve şefkat kahramanları isek, bunun gereği nedir? Ne yapmamız icap ediyor? Bütün bunları gözden geçirip kendimize çekidüzen vermemiz gerekiyor…
Bazan önümüzdeki rehberlere bakıyoruz. Nasıl bir anne, affedersiniz üzerine idrar yapan yavruya hiç yüksünmeden alıyor, temizliyor, kendi üstünü başını da yıkayıp pak ettikten sonra o yavruyu sarıp sarmalayıp kucağına alıyor, sonra da hiçbir şey olmamış gibi bağrına basıyor. En güzel ifadelerle ona sözler söylüyor, ninniler okuyor. Büyükler de içten-dıştan nice densizliklere karşı aynı şekilde davranıyorlar. Yedikleri zıpkınları ve zakkumları sineye çekerek; hazmederek gerçek şefkat ve sevgi ile davranmasını biliyorlar.
Şimdi herkesin de aynen onlar gibi, Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu üzere “gayzlarını yutarak, insanları affederek” (Âl-i İmran Sûresi, 3/134) yollarına devam etmeleri gerekiyor. Tedaviyi, güzel davranışı, hatta özür dilemeyi başkalarından beklememeleri gerekiyor. Dünya bir imtihansa bütün bunlar da bir imtihandan başka bir şey değil… Öyleyse bize düşen acaba imtihanı kazandık mı, yoksa kaybettik mi, buna bakmak lâzım. Bunu da ulu divanda, büyük duruşmadaki sorgulamaya göre cevap verebilir miyiz, veremeyiz mi, diye ince hesaplar açısından değerlendirmemiz gerekiyor.
Yoksa başkalarının yanlışı, bizim yanlış yapmamıza cevaz verdirmez.
Bediüzzaman Hazretleri “mukabele-i bilmisil” için bile “kaide-i zâlimâne” tabirini kullanıyor. Yani size yapılan kötülüklere karşı, ayniyle bile mukabele edemezsiniz…
Aman dikkat… Dilimizi gıybetten, yanlıştan son derece koruyalım.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment