[YORUM] Sana gülmüyoruz sana doğru gülüyoruz
Gülmek zekâyla, ağlamaksa kalpledir. Gözyaşından sual olunmaz belki ama kahkahadan olunur.
Bundan sebep matematik gibi mizahın da mizan ve nizam üzerine kurulu olmasıdır. Cicero’ya göre, mizahi zekâ, büyük suçları veya büyük günahları nükteye alet etmez; dış görünüşe ilişkin unsurları da güldürü nesnesi olarak kullanırken ihtiyatlıdır. Çünkü, mizahta sınır aşılırsa “amaç” ölür. Ortada sadece, içi boşalmış bir patavatsızlık, yani mizahın cesedi kalır. Kaba bir soytarı da güldüremez mi insanı? Tabii ki güldürür. Ama bunu ölçüsüzlüğün ve aşağılık olanın içinde taklalar atarak; kendini ve başkasını harcamaktan kaçınmayarak yapar.
Sokrates’in karşıt görüşü çürütmek için kullandığı ironi ise “yüce” ve “aşağılık” olanın bir aradalığından doğan zıtlık üzerinden kurar kendini. Bu taktik, sorumsuzca kullanıldığında, tek amacı küçük düşürmek ve utandırmak olan bir bayağılığa dönüşür. “İroniyi, kendi küstahlığının sözcüsü olarak kullanmak insanın kişiliğini yozlaştırır.” derken bir bildiği vardı Nietzsche’nin. Mesela, yakınlarda bu yozlaşma semptomlarından biri “zekâ pırıltısı” olarak alkışlandı. Bir mezuniyet törenindeki pankartlardan birinde, “Benim integral alamayan bacılarımı dövmüşler” yazıyordu. İlgimi çeken, söylemin içeriği değil. Ne de olsa, dünya üzerinde beğen beğenme, çeşit çeşit zihniyet var. Bu ifade şekline bir zekâ atfedilmiş olmasıydı şaşırtıcı olan. Pankart, en net olarak, integral alabilmenin bir “yücelik”, alamamanın ise bir “aşağılık”lık ihtiva ettiğini söylüyordu bize. Bacı, kelimesi ise bizi Anadolu’nun yeşil çayırlarına salıyordu. -Cümlenin kadına yönelik şiddeti alay malzemesi yapmasını konuşmaya bile değmez.-
Her şey bir yana, bu okuduğumuzdan ne gibi bir mana çıkarmamız bekleniyordu, neye gülecektik? İntegral almayı bilmeyenlere mi? İntegral ve türevin seçmeli ders yapılmasını eleştiren, o çok derin alt göndermeye mi? Neye bakıp kime bakıp gülecektik? Bu sorulara değişik cevaplar verilebilir elbet. Ama şu kesin ki, ortaya attıkları bu laf, benzerleri gibi, bumerang misali kendi kendilerinin eleştirisine dönüşüverdi. Tıpkı Hitchcock’un İp adlı filminde, kendini-diğer-insanlardan-üstün-sananların çuvallayışı gibi. Filmde, Brandon ve Philip, verecekleri davete daha erken çağırdıkları arkadaşları David’i öldürüp, cesedini salondaki sandığa yerleştirirler. Brandon’a göre, entelektüel yönden üstün insanlar ahlak kavramını aşmış kişilerdir. Kurallar bağlamaz onları. Ve ayrıcalık, seçkinlerin, limitsiz kredi kartıdır. O kartla diledikleri kadar “harcar”lar. David gibilerin ise yaşama hakkı zaten yoktur, sıradan biridir çünkü o.
Katiller, sandığın üstünü davet yemekleriyle donatırlar. Aralarında maktulün babasının da olduğu davetliler gelince, oyunun ikinci perdesi başlar. Yüksek zekâlarının zirvesinden konuklarla alay ederler. Sandığın çevresinde dolanıp David’in neden hâlâ gelmediğini merak eden insancıkların saflığına gülerler. Vakit ilerledikçe cüretleri artar. Ve kibrin sarhoşuyla, David’in babasına verecekleri kitapları delikanlıyı boğdukları iple bağlayacak kadar ileri giderler. Gösterileri, küt bir zekânın bayağılığını ortaya çıkararak sona erer. Kanımca insanları harcayarak yapılan ironi de David’i öldüren ipten farklı değil. Cinayeti çözen kişi de yanlış anlaşılmanın kederini taşıyan bir Nietzsche’den başkası değil. “Çapulcu” söylemi ise mizaha dair daha önce yaşamadığımız bir deneyim yaşattı bizlere. İçimizden bazıları Başbakan tarafından ortaya bırakılan “çapulcu” yaftasını üstüne aldı. Amaç zekice bir oksimoron örneği sergilemek; eylemin ”yağmacılık” ile uzaktan yakından alakasının olmadığının altını mizahın gücü ile iyice çizmekti kanımca. Her şey iyi gidiyordu; ta ki yağma başlayana kadar. Gezi’deki hesap sokaktaki çok renkli kitleye uymadı. Bu yıkım, söz konusu ithamı; talihsiz bir açıklama olmaktan çıkarmakla kalmadı doğru bir tespite dönüştürerek kendi elleriyle akladı. “Çapulcu” kelimesi ise Fransa’nın Baldırıçıplak’ına muadil bir efsane olabilecekken, ola ola eylemin “mcguffin”ı oldu (Bir Hitchcock terimi: Şaşkınlığı ve gerilimi tetikleyen, olayların etrafında döndüğü şey).
Tansiyon yükseldikçe, karnavala özgü mizah yerini “alay”a bıraksa da, zekânın ışıldadığı, gülümseten anlar da yok değildi. Mesela, Hayko Bağdat’ın, Gezi Parkı’nda kutlanan Kandil’de, “Devrimci devrimci direnirken, kandil kutlayıp, simit yiyip, Kur’an dinleyen bir Ermeni haline geldim, galiba RTE gene kazandı.” demesi mizahın en başarılı örneklerinden biriydi. Apolitik kanadın kendini, ‘Mustafa Keser’in askerleriyiz’ diye tanımlayarak, apolitikliğinin altını çizmesi; ‘herkes evinin önüne bir kap su koysun, TOMA’lar susuz kalmasın’, gibi örnekler incelikli bir ironinin eseriydi. Gerçek mizah bizi tevazu ve insanlık sınırlarına geri çağırır. Sıkıntı verici değil, özgürleştiricidir. Karşımızdaki ile ona hakaret etmeden eleştirel bir temas kurma çabamızdır. Erdemli bir mizah, içeriğindeki düşünceye saygı duyulmasını bekler ve eninde sonunda hak ettiği saygıyı samimi bir gülüşle birlikte görür. Beckett’in deyişiyle, bu samimi gülüş, yüce bir şakaya şaşkınlıkla sunulan saygıdır.
Kendini fazla önemseme bağımlılığının semptomlarından biri olan alay ise çevrede kendinden başka saygı duyacak bir şey bulamayanların hasletidir. Neşesiz gülüşlerle donanmış yüzlerin sahipleri hep bu dertten mustaripler ne yazık ki. Oysa farkında değillerdir ki bir kara mizaha dönüşmüşlerdir çoktan kendileri. Velhasıl Nietzsche’nin de dediği gibi, “Bir kimse yaşamı ne kadar kapsamlı bir şekilde anlarsa o kadar az alay edecektir. Belki de sadece ‘anlamasının kapsamlılığı’ ile alay edebilecektir.”
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment