Murakami: Japon yazar ve eleştirmenler beni sevmez
Medyada çok nadir görülen Japon yazar, İngiliz Guardian’a konuştu. Ülkesinde ‘Edebiyatın paryası’ gibi görüldüğünü söyleyen Murakami, ‘Bir türlü kuğu olamadık gitti’ diyor.
“Bu dünyada tuhaf şeyler oluyor,” diyor Haruki Murakami, “Nedenini anlayamasanız da oluveriyor işte.” Bu cümleler Murakami edebiyatını tanımlayan bir düstur olarak da kullanılabilir ama o, son romanı Colorless Tsukuru Tazaki and His Years of Pilgrimage’den bahsediyor.
Roman, ölümle anlaşma yapan ve insanların aura’larını görebilen bir caz piyanistinin öyküsünü anlatıyor.
“Piyanistin insanların renklerini nasıl olup da görebildiğini bilmiyorum” diyor Murakami, romanların “gizemli bir yanı” olması gerektiğinden bahsediyor ve ekliyor: “Ben gizemli değilim.”
Yazarın son romanı Tsukuru Tazaki, geçen yıl Japonya’da yayımlandığında iki haftada bir milyon kopya satarak rekor kırdı. “Gizem romanı” olarak da tanımlayabileceğimiz eser, üniversiteye gitmesine ramak kala birdenbire en yakın arkadaşlarının görüşmek istemediği ve bunun yasını hâlâ tutan 36 yaşındaki bir adamı anlatıyor.
“Aslında bir öykü yazmak üzere yola çıkmıştım” diyor Murakami, “36 yaşındaki bu yalnız adamı, onun hayatını anlatmak istiyordum sadece.” Hâsılı, kadınların bir öyküyü geliştirmek konusundaki kışkırtıcı yeteneğini yazar bile öngörememişti: “Öyküde, Tsukuru’nun sevgilisi Sara gelip ‘Arkadaşların neden seninle görüşmeyi kesti, öğrenmelisin’ dedi. Sonra Sara aynı şeyi bana da söyledi. Karakterim romandan çıkıp, bana ne yapmam gerektiğini söyledi yani. Kurmaca ile benim deneyimim örtüştü. Böylece bir roman çıktı ortaya.”
Murakami’nin eserlerinde iki farklı boyut teması sıklıkla karşımıza çıkar ve rüyalar bu farklı gerçeklik katmanları arasında bir geçit işlevi görür. Yazar ise kendi rüyalarını hiç hatırlamadığını söylüyor. “Bir keresinde Japonya’da ünlü bir terapiste gitmiştim. Hiç rüya görmediğimi söylediğimde ‘Çok mantıklı’ dedi bana” diyor Murakami, “Neden, diye sormak istedim ama seans bitmişti. Onunla tekrar görüşmeye can atıyordum. Gelgelelim, üç- dört yıl önce öldüğünü öğrendim. Yazık oldu”
Dünyanın en popüler kült yazarının romanları iki sınıfa ayrılabilir: Zemberekkuşu’nun Güncesi ve Yaban Koyununun İzinde gibi büyülü gerçekçi romanlar ve Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında gibi gerçeküstü olanın dokunaklı bir yüzeyin altına gömüldüğü romanlar.
Tsukuru Tazaki ise çözümlenemeyen gizemleri ve öykü- içinde- öykü, rüya- içinde- rüyalarıyla iki tarzın karışımı gibi görünüyor. “Ben de romanlarımı ikiye ayırırım” diyor Murakami, “Beethoven’ın senfonileri gibi: Tek sayılar ve çift sayılar vardır. 3,5, 7, 9 büyük senfonilerken, 2, 4, 6, 8 daha içten eserlerdir. Benim romanlarım da öyledir. Tsukuru Tazaki’ye gelince… Evet, yeni bir tür olabilir.”
Müzik romanlarında başat bir yer kaplayan ve 20’li yaşlarında, henüz öğrenciyken Tokyo’da Peter Cat adlı bir caz barı işleten Murakami’ye, böylesi kapsamlı müzikal referanslarda bulunmak doğal geliyor. Son romanında, karakterler Liszt’in Hac Yılları piyano süitlerinden Le Mal du Pays’i dinliyor ve romanın adı da buradan geliyor.
Tsukuru, kendini yavan, adeta “boş bir fıçı gibi” görüyor. “Tsukuru’ya benzeyen yanlarım var” diyor Murakami, “Sıradan biriyim. Kendimi bir sanatçı olarak görmüyorum. Daha çok mühendislik yapıyorum, diyebilirim. Doğru kelimeyi seçmeyi, doğru cümleyi yazmayı seviyorum. Bir bakıma bahçıvanlık gibi; doğru zamanda, doğru yerde tohumu ekiyorsunuz.”
Romanlarını “yavaş” yazdığını söylüyor yazar: “İlk taslak biraz işkence gibidir. Raymond Chandler da öyle derdi. Ne ki, yazdıklarınızın üzerinden geçtikçe düzeldiğini fark ediyor ve mutlu oluyorsunuz.” Kitapları yayıncıya teslim etmek için bir tarih asla belirmediğini de “Roman bitince, biter. O zamana kadar, eksiktir” diyerek ifade ediyor. Bir romanın ne zaman bittiğini tam olarak kestiremediğini de sözlerine ekliyor, “Bazen eşim karar verir: Yeter artık, bu roman bitti, der. Ben de ‘Peki’ derim.”
Murakami’nin en sevdiği yazarlar arasında Kazuo Ishiguro, Cormac McCarthy, Norveçli romancı Dag Solstad bulunuyor. Peki, Japon yazarları okumuyor mu? Kendini onlardan farklı bir yere mi koyuyor? “Biraz hassas olduğum bir konuya değindin” diyor Murakami, “Japon edebiyat dünyasında parya gibi kabul ediliyorum. Ne eleştirmenler ne de yazarlar benden haz eder. 35 yıldır yazıyorum ama ilk günden bu yana bana tavırları hiç değişmedi. Çirkin ördek yavrusu gibiyim. Bir türlü kuğu olamadık gitti.”
Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanırsa, bu durum değişebilir mi? “Tahminde bulunmak bile istemiyorum” diyor gülerek, “Riskli bir konu bu. Bir sokak lambasına asılı bulursunuz sonra beni belki.”
Edebiyat denilen bu oyun Murakami’ye kadar ne kadar sürecek? “Bana kalırsa, nüfusun yüzde 5’i ciddi okurlardan oluşuyor. TV’de iyi bir program da olsa, Dünya Kupası maçları da olsa, onlar kitap okur. Toplum bir gün kitapları yasaklarsa, onlar bir ormana saklanıp kitapları düşünürler. Onların varlığına güveniyorum.”
Bir yazar olarak neyi başarmak istiyor? “Doğrusunu söylemek gerekirse, hiçbir fikrim yok” diyor Murakami, “Scott Fitzgerald gençlik idolümdü, 40’lı yaşlarında öldü. Truman Capote’yi severim, o da 50’li yaşlarında öldü. Dostoyevski kusursuz bir yazardır benim gözümde, o da 59’unda öldü. Ben 65 yaşındayım. Geriye ne kaldı, bilmiyorum. İdollerimin yok. 85 yaşında ne yazarım, bilmiyorum.” Kendini bir zanaatkâr, bir tamirci gibi gördüğünü söylüyor: “İyi cümleler yazmak istiyorum, dürüst, güzel, zarif ve kuvvetli cümleler.”
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment