Klasiklerin Hollywood’la imtihanı
Muhteşem Gatsby, Hollywood’un beyazperdeye uyarladığı son klasik roman. Diğer uyarlamalarda olduğu gibi bu prodüksiyon da eleştirilere maruz kaldı. Peki acaba her daim haksız olan Hollywood mu?
Öyle filmler var ki, yapımlarıyla hem yazarlarını hem de kendi öykülerini daha da devleştirdiler fakat bunun yanı sıra öyküsü ile beyazperdedeki adaptasyonu arasında bağ kurulamayan, keşke bu güzelim hikayeye böyle kıyılmasaymış denecek türden filmler de mevcut. Özellikle son senelerde yüksek teknolojiden yararlanan modern sinema, ilham alınan kitabın niteliğini aksettirmekten ziyade görsel bir şov olma yönünde evrildiler. Elbette her dönemin film teknikleri ve mevcut yapısı projeye aksettiriliyor fakat bazı uyarlamalar özellikle edebiyat çevrelerinden kırık not almaktan kurtulamıyor.
Bunlardan birisi de geçen hafta vizyona giren Muhteşem Gatsby oldu. 1920’li yılların jazz Amerika’sını konu alan kitap, Amerikan klasikleri arasına giren yapıtlar içerisinde. Büyük buhran öncesinde özellikle Wall Street-New York hattı üzerinde yaşanan Amerikan rüyası, yozlaşmış hayatların ve aşkların eleştirisi olarak sayılabilecek roman, Leonardo Di Caprio’nun başrolünü üstlendiği yeni bir kurmacayla tekrar perdeye aktarıldı. 70’lerde Mia Farrow’un Daisy karakterini canlandırdığı film, o dönemde de eleştiri oklarına maruz kalmıştı. F. Scott Fitzgerald’ın eserinden uyarlanan filmin tam anlamıyla yazarın sunmak istediği hissiyatı uyandırmadığı, söz konusu aşk hikâyesinin asıl mesajın önüne geçtiği yönünde çok eleştirilmişti. Bugünse Hollywood’un harika adamlarından Baz Luhrmann’ın yönettiği prodüksiyon, kitapla arasında organik bağ kurmanın zorlaştığı bir sinema filmi formatında. Gerek hip hop ve R&B müziklerinin kitapta kuvvetli bir şekilde duyulan jazz müziğini gölgelemesi, gerekse de 20’li yılların balolarının yerine karnaval alanına dönmüş Amerikan diskosu görünümlü sahnelerin varlığı orijinal eserdeki Gatsby trajedisini tam anlamıyla hissettirmiyor.
Daha çok postmodern bir Amerikan hikâyesine dönmüş olan film, renkleri ve de büyük bir temaşa alanına çevrilmiş kareleriyle; izleyiciyi heyecanlandırmayı hedefleyip bunu başaran büyük bütçeli bir Hollywood yapımı. Yine de elbette romandan bağımsız olarak ele alındığında, zengin bir Hollywood prodüksiyonu izlemek adına görülebilir bir film. Bunun yanı sıra Leonardo Di Caprio ve de Tobey Maguire, oyunculuklarıyla filme anlam katan önemli ayrıntıyı oluşturuyor.
Masalları karartan Hollywood
Hollywood’un son dönemlerde yapmış olduğu başka filmler de benzer eleştirilerin hedefi oldu. Alice Harikalar Diyarında, Pamuk Prenses ve Avcı gibi klasik öykülerin tekrar yorumlandığı filmler beklentileri karşılamadı. İki filmde de dikkat çeken karanlık kurgu, öykünün renkli masalsılığından çok uzaktaydı. Yine her iki yapım da iddialı animasyonlarla seyirciyi ekrana çeken ve yüksek meblağlarla çekilmiş projeler olma özelliğini taşıyorlardı. Fakat bu özellik hikâyelerdeki klasik orijinaliteyi zedeleyip, daha çok bir bilgisayar oyunu oynuyormuş hissi uyandırdı izleyici üzerinde.
Elbette Hollywood elindeki teknolojik gücü beyazperdede sadece hezimete dönüştürdü diyemeyiz. Bu güçten yararlanarak birçok klasiği daha fazla devleştirmeyi ve de büyük kitlelere ulaştırmayı başardı. Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter gibi yapıtlar hem ilham alındıkları eserlere muhteva bakımından sadık kalmayı başardılar hem de sinema sektöründe çığır açtılar. Özellikle, Tolkien’in resmettiği orta dünyanın fantastik öyküsü, felsefesine zarar verilmeden en ihtişamlı şekilde sinemaya kazandırıldı. İngiliz sineması ise klasikleri yorumlama ve beyazperdeye kazandırma konusunda başarılı işlere imza atıyor. Jane Austen’ın Aşk ve Gurur adlı eseri defalarca beyazperdeye aktarıldı. Belli başlı klasik romanlar beyazperdede defaatle yenilendikçe, yeni Jane Austen, Jane Eyre versiyonlarına ihtiyacımız var mıydı, sorusu akıllara gelmiyor değil. Fakat en son 2005’te başrolünde Keire Knightley’in oynadığı yapıt, kitabın okuyucu üzerindeki tesirini artıracak cinsten ince işçilikli bir projeydi. Yine aynı şekilde birçok versiyonu çekilen Jane Eyre romanı, İngiliz sinemasına şekil veren klasikler arasında. En son 2011’de tekrar sahnede hayat bulan roman, aynı şekilde talep gördüğü sürece belki de yeni formatlarıyla yine seyirciyle buluşacaktır. Hollywood ile İngiliz sinemasının en büyük farkı ise ortaya konulan eserin muhtevalarını nasıl işledikleri yönünde. Hollywood filmleri; görsel şovları, abartılı kostümleri, şaşaalı setleriyle birlikte mevcut hikâye bazen dönüştürülerek sağlam gişeli bir prodüksiyon için uygun hale getiriliyor. Söz konusu, klasik eserlerin sinemayla tekrar hayat bulması olunca İngiliz yapımlarında aynı handikaba düşüldüğünü görmüyoruz. Roman yazarları hangi kaygıyla hareket ederek esere biçim vermeye çalışmışsa, uyarlama filmlerde de roman yazarının Tanrısal bakış açısı filmde etkili oluyor.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment