[YORUM] Uluslararası toplumun Erdoğan sorunu

[YORUM] Uluslararası toplumun Erdoğan sorunu

2001 yılında reddettiği siyasal İslamcılık gündemine 2011 seçimlerinden sonra yeniden dönüş yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, çok daha uzun bir zamandır niyetlendiği Hizmet Hareketi’ni tasfiye etme planlarını gerçekleştirmeye de hızla koyuldu.

 

İlk olarak Hizmet Hareketi’nin faaliyetlerine ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikirlerine sempatiyle baktığından şüphe duydukları bürokratlar fişlendi ve süreç içerisinde bunlar aşama aşama tasfiyeye girişildi. Ana faaliyet alanı her seviyede eğitim olan Hizmet Hareketi’nin kurumlarında Batılı standartlarla bile son derece iyi eğitim almış bu isimlerin objektif liyakat kriterleriyle geldikleri konumlar sessiz sedasız ellerinden alınmaya başlandı.

 

Yani bu tasfiyeler Hizmet Hareketi ile hükümet arasındaki gerilimin su yüzüne çıkmasından çok önceleri başlamıştı zaten. Hangi hukuki kritere vurulursa vurulsun çok net bir ayrımcılık suçu niteliğindeki bu uygulama bir süre sonra Hizmet Hareketi’nin gönüllü faaliyetlerine sempati duyduklarından şüphelenilen adayların ta baştan kamu görevlerine getirilmemesi şekline dönüştü. Yani ayrımcılık en kaba haliyle zirve yaptı. Hizmet okullarından mezun olanlar “olağan şüpheliler” olarak vebalı muamelesine tabi kılındı.

 

17 Aralık ve 25 Aralık’ta ortaya çıkan tarihin en büyük yolsuzluk ve rüşvet skandalları ile birlikte Erdoğan’ın tasfiye niyeti Hizmet Hareketi’ni topyekûn ortadan kaldırmaya dönüştü. Gerçi Erdoğan, 17 Aralık’tan çok önce sadece kamu sektörüyle yetinmeyip özel sektörde de Hizmet Hareketi’ni bitirme amacını ele vermişti. Bu amacının ilk adımı yüzde 20 kadarı Hizmet Hareketi’ne yakın işadamları tarafından işletilen üniversite ve lise hazırlık dershanelerinin kapatılması girişimi olmuştu. Ama Erdoğan asıl 17 Aralık sonrası Hizmet Hareketi’ni açıktan hedefe koydu ve seferber ettiği kara propaganda makinesi üzerinden durmaksızın tam 4,5 ay boyunca akla gelmeyecek her türlü hakaret, yalan ve iftirayı kullandı. Böylece Hizmet Hareketi’ni ve Fethullah Gülen Hocaefendi’yi itibarsızlaştırmaya, düşmanlaştırmaya, şeytanlaştırmaya çalıştı.

 

Hocaefendi ve Hizmet’i itibarsızlaştırma amaçlı bu görülmedik kara propagandaya paralel olarak Erdoğan, güçler ayrılığını düzenleyen Anayasa’nın 138. maddesini fiilen ilga etti ve yargıyı tamamen hükümetin kontrolüne aldı. “Paralel devlet” diye bir yalan uydurdu ve hukukun kendilerine verdiği yetkiler çerçevesinde görevlerinin gereğini yapan kim varsa tasfiyeye girişti. Hiçbir hukuki soruşturma yapılmaksızın poliste, yargıda ve bürokraside gerçekleştirilen kıyımlar kitlesel yargısız infazlara dönüştü.

Tahminlere göre bu süreçte 16.000 civarında kamu görevlisi görevinden alındı. Oradan oraya sürüldü. Mahkemelere müdahale edildi. Savcılar ve hâkimler iş yapamaz hale getirildi. Uyduruk iddialarla görevden alınanların yerine kendilerine sadık olduklarını düşündükleri insanlar atandı. Bu insanlardan ilk görev olarak da başlatılan soruşturmaları akamete uğratmaları beklendi. Ortaya saçılan ciddi delilleri yok sayarak aralarında istifa etmek zorunda kalan dört bakanın da bulunduğu sanıkları aklamaları istendi. Neticede yolsuzluk ve rüşvet sanıklarını aklama faaliyetleri hızla başladı.

 

Bizzat kendisi ve oğlu da yüz milyonlarca doları bulan rüşvet ve haksız kazanç elde etmekle suçlanan ve bu konuda çok ciddi deliller ortaya konulan Erdoğan, bu güçlü iddiaların yargıda aklanması yerine, bağımsız yargıyı toptan ortadan kaldırmayı tercih etti. Zaten çok önemli bir kısmını doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine bağladığı ve acımasız bir kara propaganda aracı olarak kullandığı medyanın kalan kısmını ise susturmak, sindirmek için yapmadığını bırakmadı. Yazılı ya da görsel konvansiyonel medyanın sindirilmesinin oluşturduğu boşluğu sosyal medya doldurmaya başlayınca bu sefer Twitter ve YouTube gibi sosyal medya araçlarını hedef aldı. Twitter’ı haftalarca kapattı. YouTube ise hâlâ kapalı. Erdoğan ve gücünü Erdoğan’dan alan dar oligarşik çevre bu süreçte gazetecileri, aydınları tehdit etme, korkutma çabalarını artırdı. Yine muhalif gördükleri çevrelere ait banka ve şirketleri devlet eliyle batırmaya çalıştılar.

 

Tüm bu anti-demokratik ve hukuk dışı keyfî girişimler elbette ki dünyanın gözünden kaçmadı. Erdoğan hükümeti yoğun ve sert eleştirilerin hedefi oldu. Özellikle Avrupa Birliği (AB) kurumlarından ve üye ülkelerin başkentlerinden gelen eleştirileri dizginlemek için yoğun bir çabaya girişildi. Yolsuzluk ve rüşvet skandalını konuşmak yerine, icat ettikleri “paralel devlet” yalanıyla hiç utanmadan kendilerine bir darbe yapıldığı savını pazarladılar. Ne AB’de, ne ABD’de, ne de dünyanın geri kalan kısmında hiç inandırıcı bulunmadılar. Üstelik alay konusu bile oldular.

 

Gırtlağına kadar yolsuzluğa batarak yozlaşmış, dahası yolsuzlukların üstünü örtmeye çalışan bir hükümet algısına yol açtıklarından dolayı haklarında yabancı ve uluslararası medyada her gün sayfa sayfa haber ve yazılar yayınlanır oldu. Zehir zemberek bu yazıların sebebinin kendi yozlaşmışlıkları, keyfîlikleri, hukuk tanımazlıkları olduğu gerçeğini iç kamuoyunun dikkatinden kaçırmak için Hizmet Hareketi’ne yakın çevrelerin AB’yi, ABD’yi ve uluslararası medyayı yanlış yönlendirdiği yalanına sığındılar.

Bu işi o kadar abarttılar ki, eleştirel şeyler söyleyen AB yetkililerini sözde “paralel yapının” satın aldığını ya da onların manipülasyonu altında kaldıklarını iddia ettiler. Hatta net ve açık eleştirilerinden dolayı Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’u Hizmet Hareketi’nin “Almanya imamı” olarak yaftaladılar. Gauck’u rahiplik geçmişinden dolayı aşağıladılar, alaya aldılar. Avrupalı siyasetçilere yaptıkları gibi Türkiye’de basın özgürlüğü başta olmak üzere tüm hak ve özgürlük alanlarında artan ihlallere dikkat çeken uluslararası örgütleri de hedefe koyarak Türk kamuoyu nezdinde itibarlarını zedelemeye çalıştılar. Tıpkı son olarak, Türkiye’yi 15 yıl aradan sonra basın özgürlüğü açısından yeniden “özgür olmayan ülkeler” kategorisine koyan Freedom House’a yaptıkları gibi. Bunlara göre Freedom House, “Siyonistlerin maşası”, “Washington yönetiminin sopası”, “Soros’un finanse ettiği bir neo-con kurumu” ve zaten “başkanı da bir Yahudi” olduğu için itibarsızmış, ciddiye alınamazmış.

 

İç kamuoyunu kendi yanlarına çekmek ve hızla uzaklaştıkları uluslararası topluma yönelik artırdıkları yalanlarını pekiştirmek için de Hizmet Hareketi’ne yakın insanları hiçbir somut ve inandırıcı delil ortaya koyma ihtiyacı duymaksızın bol bol ihanetle, hainlikle ve hatta casuslukla suçladılar. Ve nihayet işi, hakkında hiçbir yasal soruşturma olmayan Fethullah Gülen Hocaefendi’yi, onurlu devlet adamlığına sığmayacak bir sakillikle, buldukları her fırsatta ABD’den iadesini istemeye kadar vardırdılar. Buna ilk ve net cevap, oldum olası Demokratlara yakın olan, dolayısıyla Obama Yönetimi’nin anlayışını da nispeten temsil eden The New York Times’tan geldi. The New York Times, bir başyazısında bu talebin ne kadar “ahmakça” ve “sinsi” olduğunun altını çizerek, Erdoğan’ın kendi meselesine başkalarını bulaştırmamasına vurgu yaptı.

 

Bütün bu yaşananlardan sonra Erdoğan ve çevresindekilerin kulaklarına küpe olması gereken bir gerçek varsa, herhalde o da şudur ki, uluslararası toplumun ne Fethullah Gülen Hocaefendi, ne de Hizmet Hareketi diye bir sorunu bulunmuyor. Uluslararası toplumun Türkiye hakkında sorun olarak gördüğü şey, her geçen gün daha da otoriterleşerek keyfîleşen, hak-hukuk ve özgürlükleri yok sayan, Türkiye’yi aşama aşama demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkararak sıradan bir anti-demokratik Ortadoğu ülkesi haline dönüştüren Erdoğan’ın ta kendisi ve yapıp ettikleridir. Türkiye sınırlarının dışına çıktığınızda ya da dışarı baktığınızda göreceğiniz şey, bu somut gerçeklikten başkası olmayacaktır.

 

Bu durumu Erdoğan ve çevresindeki yardakçıları elbette bilmiyor olamaz. Bu yüzden hiçbir somut soruşturma olmaksızın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ABD’den iadesinin istenmesi belki NYT’nin dediği gibi “sinsice” ama asla “ahmakça” bir girişim değil. Erdoğan ve avanesi elbette biliyorlar ki hukuki olarak hiçbir sorunu bulunmayan Hocaefendi’yi, -küçük bir ihtimal de olsa- çok büyük siyasi tavizler ya da ticari menfaatler karşılığı olma dışında, ABD’nin iade ya da sınır dışı etme ihtimali yok denecek kadar azdır.

Belki en başından itibaren asıl amaçları da bu zaten. Hocaefendi’yi abuk sabuk iddialarla, deli saçması gerekçelerle Washington Yönetimi’nden isteyecekler ve elbette ki alamayacaklar. Alamayınca da yoğun propaganda ve medya bombardımanıyla kesintisiz aldatmaya devam ettikleri kitlelerine dönüp “Bakın istedik vermediler. Çünkü sürekli söylediğimiz gibi Fethullah Gülen ABD’nin adamı” diyecekler. Dünyayı neredeyse tamamen kaybeden Erdoğan hükümeti, bu vesileyi de kullanıp iç desteğini daha da radikalize ederek güçlendirmeyi tercih edecek. Dediğim gibi çok sinsice ama ahmakça değil.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.