Keskin bıçak
Yıl yeni geldi ama biz eskiyiz hala. Yenilememiz gereken bazı parçalarımız var sanki akıl odalarımızda. Yalnız bunu yapmak zordur, çünkü özeleştiride dibe vurmak canını acıtır insanın. Hele de derinlerdeki yaraları okuyucularla paylaşmak adeta tüpsüz dalış yapmaktır. Fakat konu hassas olduğu için bende kapadım gözlerimi dalıyorum. Yalnız bir dakika, ondan önce neden dalıyorum hemen onu söyleyeyim.
Kendimi bildim bileli katıldığım hemen her konferansta sunumda ya da toplantıda “konuşmacı” kendi hayatından örnekler vermeye başladımı ben de dikkatimi toplayıp onu dinlemeye başlarım. Ondan önce ya da sonra söylenenler ıskalar zihnimi çoğu zaman, bedenim oradadır ama ruhum çoktaaaaannn… Demem o ki bir insanın hayatındaki “yaşanmışlık” başka bir insanın onu anlamasına ve anlamlandırmasına büyük kolaylık sağlar. Şahitlik ve gerçeklik burada değer kazanır diyelim ve dahasını ruh bilimcilere bırakıp konumuza dönelim.
Ne diyorduk, yaşayarak öğrenme öğrenmelerin en etkili olanı ve hatta bazen tabiri caizse kallavi tokat atanıdır. Bundan üç yıl önceydi. Kalabalık bir ortamda arkadaşlarla popüler bir kitabı konuşuyorduk. İçlerinden biri “bu kitap insanlara harika kapılar açtı” dediğinde ben ise “hayır tam tersi, yanlış anlamalara ortam hazırladı” demiştim, üstelik kitabın yazarı da çok sevdiğim bir kalem erbabıydı neyse konuyu dağıtmayalım. Sanki birimiz harflerden bahsediyordu da diğerimiz sayılardan. Aynı konu ancak bu kadar farklı yorumlanabilirdi.
Önce sıradan cümleler kurduk ikimizde, fakat sonra konuşmanın harareti arttı etraftan gelen yorumlarla olay iyice büyüdü ve adeta ateş hattında buldum kendimi.
Söylediğimden öyle emindim ki, bana göre yanlış bir algı vardı kitapta ama herkes sanki sözleşmiş gibi “başka şeyler” söylüyordu. Gözümü karattım ve yürüdüm keskin bıçak sözlerin üzerinden “hayır” dedim “olmaz” dedim ve en sonunda “bunu nasıl göremezsin hayret ediyorum, ama yok artık” diye bir laf ettim muhatabıma, “hay dilimi eşşek arısı soksaydı” dedirten türden birşeydi bu ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Arkadaşım da bir güzel aldı sözümü çaldı yüzüme. Sanki doğum günü pastasına yüzüm yapışmıştı da herkes bana gülüyordu, sanki çay tepsisini devirip bütün bardakları kırmıştım da utancımın üstüne bir de tokat yemiştim. O gün aynı böyle hissetmiştim, “ağlamaktan duramıyorum” diyen kızım gibi yani küçük bir çocuk gibi. Arkadaşım hemen o akşam son derece nazik bir şekilde o ortamda bulunan herkesle birlikte bana bir özür email’i gönderdi. Ona cevap yazamadım o gün elim tututuldu, sadece sustum, ama ertesi gün onunla konuştum ve sanki o gün hiç yaşanmamış gibi! O zaman şunu söylemeyr gücüm yoktu; ben maksadını aşan sözlerimin esiri oldum ama senden de çok öğrendim! teşekkürler…
Nasıl alev alev oldum kelime ordusu üstüme yürürken, nasıl yıkıldı bildiğim tüm ezber cümlelerim bir anda tarif edemem. Dile kolaydı yıllardır harf harf dizdiğim “ben haklıyım gökdeleni” yıkılmıştı ve ben onun altında kalmıştım.
Zamanın bedii ihlas risalesinde tamda buraya cuk diye oturan öyle güzel bir söz söylemiş ki onu da söylemeden geçemeyeceğim; “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o münazarada birşeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer Hak hasmının elinden çıksa, zararsız bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse yine rıza ile kabul edip tarafdar çıkar, memnun olur.”
Peki ne oldu sonra? “Ben doğruyum ve kesinlikle haklıyım” diyen nefsime verdim gazı verdim gazı sonra da o gazla boğuldum ben. O gün bitti o yıl da bitti ve sonraki yıllarda, ama ben o sahnede durdum arkadaş!
Neydi o sahne?
Sen sen ol asla ve kata bir başkasının “kıymetlisine” ağır söz söyleme!
Neden?
Çünkü o gün biter o yıl biter ve hatta ömür de biter ama o kare döner döner yine seni vurur.
Türkiye benim için “uzaktaki çocuk”. Sanki ben ondan değil de o benden ayrılmış okumaya gönderdiğim evlat gibi. Hani bilirsiniz işte “nerede olursa olsun yeterki huzurlu olsun” dediğim bir can. Şimdi arada beni arıyor ülkem de konuşuyoruz. “Nasılsın?” diye sorunca sadece “iyi” diyor, biliyorum var bişey ama anlatmıyor, canı sağolsun!
Geçtiğimiz gün bir meslektaşım neredeyse dünyanın kalbinin attığı Twitter’da birşeyler yazmış ve ardından bana özel mesaj gönderip şöyle sordu; “Twitter’da birşeyler paylaştım, kırılırsan haber ver hemen kaldırayım seni asla üzmek istemem” diye. Dedim “bu ne büyük incelik, ne paylaştığını okumadım ama merak etme sen böyle sorduktan sonra artık ne yazarsan yaz kırılmam!”
“Şimdi birileri üzülüp kırılmasın diye kendimizce doğruları da mı söylemeyelim?” dediğinizi de duyar gibiyim. Söyleyelim tabi, yalnız “hakka tarafgirlik” yaparak ve saygımızı ve üslubumuzu başından sonuna kadar koruyarak.
Laf aramızda, pek suya sabuna dokunmayan bir yazı olduğunun farkındayım, yalnız kelimelerim köpükler içinde yüzerken daha ne denirdi ki bilemedim doğrusu.
Hasılı beni sadece bu son günlerde yaşananlar değil, “sevdiklerimin sevdiklerime sövmesi” üzüyor. Durumdan vazife çıkaranların bayram tatili de bitmedi bitmiyor…
2014 yılının hepimize daha çok “saygı ve adalet” getirmesini diliyorum.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment