Dokunmatik can
Aramıza cam girdi ve dokunma duyumuzu aldı kaçtı bizden. Cama taş atıp da kaçan küçük çocuklar gibi sanki cam ile uzaklaştık birbirimizden. Artık camdan bakana değil cama bakana el sallıyoruz. Mesafeler bizi “sevdiklerimize dokunma duyusu”ndan ayırdı. Kameralar karşısında büyüyor çocuklarımız, bak “anne doğdu” diyoruz hüzünlenerek. Sonra kırkı çıktı. Sonra aguladı, emekledi… Tüm bunlar bir camın arkasından izleniyor. Yani çocuklar ekrana bakarak büyüyorlar. Büyükler de günleri birer yıl gibi sayıyor biz uzaktayken. Parkta oynayan çocuklara bakarak iç geçiriyorlar; uzakta olana, yakından göremedikleri torunlarını başka çocuklara bakıp severek özlem gideriyorlar.
Hiç unutmam kızım iki yaşındayken Türkiye ile kameradan konşuyoruz. Ben kızıma “hadi dedeye el sallayalım” dediğimde “ama anne o gerçek değil ki, o bilgisayar” demişti gerçeği yüzüme bir tokat gibi çarparak. Donuk bir resim karşımda, sessizce kimsenin bilmediği ve bilmeyeceği yaşlar damladı bilgisayarın tuşlarına. “Hayır” dedim “ağlamıyorum niye ağlıyacakmışım ki!” Fakat bundan 25 yıl önce Amerika’ya gelenler anlatıyor; “biz ailemize mektup yazardık ve aylarca haber alamazdık onlardan, kim öldü kim kaldı haberimiz olmazdı, şimdi siz hiç gurbetteyim demeyin”. Teknoloji aldı başını gitti, evet telefonlarla bile görüntülü konuşmaya başladık artık, sanki Türkiye buradaymış gibi, ama “gibi” işte, aynı şey değil ki, çünkü Türkiye hala orada. Hemen her türlü ürünü bulabiliyoruz görüyoruz. Tat alıyoruz. Koklayabiliyoruz ülkemizin nadide mutfak ürünlerini, mesela çayını, peynirini yiyebiliyoruz, ama sevdiklerimize dokunamıyor ve onlara sarılamıyoruz. Bir arkadaşımın yeğenine olan özlemini anlatışından çok etkilendim. Diyor ki; “ekrana elini uzatıp bir parça koparamıyorsun etinden şöyle saklayamıyorsun onu özlediğinde dokunmak icin, koklaya koklaya içine çekemiyorsun, öyle garipler gibi ekrana bakıp kalıyorsun çaresiz”.
Bir yıl bekleyip toptan sevmek diye bir şey de yok, arada ben çok seviyorum ama yeterince gösteremiyorum bunu. Boşlukları doldurmadan yeni zamanlar birikiyor ve dolayısıyla yeni boşluklar ekleniyor onların üstüne. Hasılı bu kamera ile görüşme iyi hoş da bir de bunun dokunmatik canlısını yapsalar ne güzel olur değil mi? Hani şöyle kokusunu gönderse karşı tarafın, öpebilsek şöyle mis gibi tombiş yanaklarından bebeklerin doya doya, yani ekranın içine girebilsek ve kucaklayabilsek onları gerçekten.
Cansız birşeyin iki yanına iki can konuşlanıyor cana can katmak için, ama bu bile bize yetmiyor bazen. İnsanoğlu hiç doymazmış, bilim adamları bu aletlerin dokunmatik canlısını yaptıklarında bu defa da, “adi bir de ışınlasa bizi ülkemize” deriz mutlaka, oldu olacak Türkiye’ye yerleşelim de mühendisler rahat etsin, sözüm meclisten içeri ama sakalımız yok!
1 Comment
Only registered users can comment.
3.5 yasindaki torunumla ara sira Skype’dan konusuyoruz ama onu kucagima alamiyorum, koklayip opemiyorum. Uzaktan uzaga iki kelime konusmak hasretimizi gidermiyor. Hic yoktan iyidir deyip geciyorum. Asil olan zamanin gecmesi, bu gunler bir daha geri gelmeyecek, onun kucuklukteki hayatini paylasmak istiyorum, ileride anneannesiyle hatiralari olmali diyorum ama hatira sadece camin arkasindaki iki kelimede kaliyor.
Gulsay