“Dinliyorum o halde varım!”
Benim için bir insanı dinlemek, bilmediğim dünyaların içindeki evlere misafir olmak ve sonra da onların balkonundan görünen manzarayı izlemektir. İşte bu yüzden “dinlemek” okumak kadar kıymetli. Çünkü dinlerken ya da okurken “birşey” öğrenir insan, konuşurken değil. Az konuşmak, az yemek ve az uyumak demek ki o yüzden çok önemli.
Ne diyordum, insanları dinlemeyi seviyorum. Köydeki büyük teyzemin Türkçe olup farklı bir şive olduğu için bir kelimesini bile anlayamadığım cümlesini alıp başıma taç edebilirim sırf dinleme tutkumdan. O gülerek anlatır ben onun gülüşüne bakarım hayran hayran, ama hiçbirşey anlamam çoğu zaman. Aslında dinlemek anlamak da değildir. Belki sadece kulağına sesler misafir etmektir. Onlara çay kahve ikram etmek, iki hoşbeş etmekir onlarla. Yarenlik edeceğin zamanı beklemektir dinlemek. Beklentisiz “dinlemek”tir aslolan. Ne geleceğini düşünmeden sözlerini hesaplamadan, kendi söyleyeceğini kurup çözmeden “sadece” olmaktır .
Müzisyenlere sorarlar ya hani “müziğe ne zaman başladınız” diye, klasik bir cevaptır “çok küçük yaşlarda” denir hep. Benimki de klasik bir cevap olacak biliyorum ama “dinleme”ye çok küçük yaşta başladım ben de.
Hatırlıyorum beş-altı yaşında iken ikizimle annemizin yanında karlı İstanbul’un yokuşlarına tırmandığımızı, ardından dakikalarca o kar kıyamette araba olmadığı için yürüdüğümüzü. Sonra da sıcacık bir eve misfair olduğumuzu. Yaşıtımız hiçbir çocuğun olmadığı o misafirlikte bütün koltukların ve sandalyelerin annem yaşındaki insanlarla dolu olduğunu. Doğuştan arkadaşımın hazır olması avantajıyla bir koltuğun kenarına yaslanıp ayaklarımızı uzatıp iki saat “gıkımızı bile çıkarmadan” sohbeti dinlediğimizi sonra. Hem de neyi dinlediğimizi hiç bilmeden. Gün gibi canlandı zihnimde o anlar şimdi. İnsanların elinde kalın kalın kitaplar vardı, daha okumaya yeni başlamış biri olarak beş sayfa kalın bir kitaptı bizim için. Bu kitap kaç beş sayfa yapıyor bilmiyorduk henüz. Keki güzel pişiren teyzelerden biri kitabı okuyup anlatıyor, sonra da hepbirlikte tartışıyorlardı. İnanır mısınız o gün kulağıma çalınan kelimelerin otuz yıl sonra anlamlandığını hayretle görüyorum. Kelimeler geliyor yanıma ve sanki diyor ki; “ben iştee taa şu zaman kulağına gelmiştim sen beni anlamamıştın ama dinlemiştin, şimdi kalbine yol alma vakti geldi, sıra benim.”
Ben dinledikten sonra hissetiğim farkındalığın peşinden gittim galiba. Farketmediğim şeyleri başka dünyaların gözleri kendi camlarından görüp bana gösterdi . Sanki “hey bakar mısınız, birşey düştü yere o sizin mi acaba” diyor gibi. Ya da “kemeriniz yere sürünüyor bayan” gibi. Bugün de öyle bir gündü. Bir Amerikalıyı dinledim ve bir şeyi daha farkettim. Biz meğer ayağımıza su içiriyormuşuz! Nasıl mı? Hayatında gördüğü en ilginç şeymiş gibi anlatıyordu yaşlı kadın el hareketleri ve mimikleriyle heyecanlı bir şekilde “biraz önce birisini gördüm içme suyuyula ayaklarını yıkıyordu, tamam el yıkanır, kol, yüz yıkanır ama içme suyuyla ayak yıkanır mı? ‘Ya bu adam deli galiba’ diye düşündüm önce. Sonra sebebini öğrendim, şimdi anlıyorum ama başta çok şaşırmıştım” dedi. Ben de ona dedim ki, yolculukta bizim için gayet normal olan şeye şaşırdığını şimdi bana anlatınca kendimize hayret ettim.
Türk festivalinde sadece bir dolar verip baklava dilimi satın alabilecekken, hakkında hiç ihtiyacım olmayan şu bilgiyi bana veren Amerikalıya hayran oldum. “Ben burada temizlik görevlisiyim, çöpleri topluyorum, arkadaşımdan borç aldım, bir baklava alabilir miyim?” Yaptığı işin kıymeti benim için zaten büyüktü, bunu da söylemesi yani samimiyeti sanki pastanın süsü oldu. Ondan da şunu öğrendim, doğal ol Zeynep, kasma, yorma kimseyi! “Hem insan dediğin huzur verir” diyor söz ustası, onu dinle!
Yabancı aynalarda görünen yüzün, tanıdık bildik aynalarda görünen yüzünden daha katışıksız, gerçek ve pürüzssüz olabiliyor kimi zaman. İçinde hiçbir menfaat barındırmayan, “hakkımda ne düşünür” kaygısı taşımadan gelen konsantre kelimeler bunlar. Duygu ve düşüncelerin söze dökülmesi bazen ağır gelebiliyor insana, çardaklar vardı ben küçükken sulandırıp içilen meyva suları tek başına içilince acı gelen. Tatlı sözlere alışmış bizlere yabancı olan hani bilirsiniz işte öyle. Her insan nev-i şahsına münhasırsa eğer ne kadar insan tanırsak o kadar dünya ile tanışırız. Ne kadar dünya ile tanışırsak o kadar kendi dünyamızı ve varlık sebebimizi anlarız.
Yabancı bir ülkede yerlileri dinlemek beni bana yaklaştırıyor! Amerika da bunun için biçilmiş kaftan. Tevekkeli değil buradan bir türlü gidemiyorum. Dinleyecek o kadar çok insan ve hikaye var ki, zaman dursa ben dinlesem ben dinlesem zaman dursa, sonra birbirimize bakıp gülsek ve kimse bizi anlamasa.
1 Comment
Only registered users can comment.
Ne guzel bir yazi, cocukluktaki suur alti olusumlar buyuyunce ortaya cikiyor, cogu zaman ogut verici hale donusuyor. Mesela annemin hanim arkadasi cok sigara icerdi, evine gittigimizde oda adeta duman icinde olurdu, hic hosuma gitmezdi, sigaraya olan isteksizligim o gunlerde baslamis olmali ki buyuyunce ortaya cikti, o hanima cok sey borcluyum.
Bir de babamin yedek subay olarak Marmarise tayinindeki bir hadiseyi hic unutmuyorum. Ben daha 5 yaslarindaydim, annemle beraber yuzbasinin haniminin evine davetli idik. Bas kosede pasanin hanimi, yaninda yarbayin hanimi, yaninda binbasinin hanimi oturuyordu. Pasanin haniminin diger trafi ve binbasinin hanimin yani bostu. Annem protokola gore nerede oturacagini bilmedigi icin ikimiz bir muddet ayakta bekledik. Sonra, yuzbasinin hanimi annemi pasanin haniminin yanina oturttu, ben de annemin yaninda koltugun kenarina ilistm.. Babam tegmen oldugu halde neden orada oturtuldugumuzu sonradan ogrendim. Babam doktordu, garnizonun doktoru oldugu icin tegmen de olsa pasanin haniminin yanina oturabilecek mevkideymis. Bu bana cok buyuk ders verdi. O gun bu gundur insanlar arasinda mevki farki olmamasi konusunda cok hassas davranirim. Hey gidi cocukluk, konusulanlar, davranislar hep o gunlerde tohumlarini ekiyor. Bu yuzden cocuklarimizin yaninda cok dikkatli olmamiz gerektigini bize hatirlatiyor.
Yazin icin tekrar tebrikler Zeynep.