Ramazan’a Uyanmak
On bir ayın sultanı, rahmet ayı, mü’minlerin iftarıyla kaynaştığı, teravihiyle bir araya geldiği, sahuruyla gecelerini aydınlattığı; her anı ayrı bir bereket, gecesiyle gündüzüyle apayrı renklerle hayatımızı süsleyen Ramazan dünyanın her yerinde başka bir tatla yaşanıyor. Her yıl aynı şevkle karşıladığımız bu mübârek ayda ruhlarımızı manevî kaynaklarla beslemeye çalışıyor, kulluğumuzu gözden geçiriyor, yüreklerimizi yumuşatıyor, yaralarımızı tedavi etmeye gayret gösteriyoruz. Ümmet olmanın bilincine yeniden vararak, her yıl tazelenmek için bu ay hürmetine dua kapısına fevc fevc yürüyoruz. Büyüklerimizden nasıl öğrendiysek öyle tutma gayretindeyiz orucumuzu. Her yıl farklı bir zaman diliminde çalıyor kapımızı mübârek Ramazan… Nasıl karşılıyoruz, nasıl ağırlıyoruz onu; nasıl yolcu ediyoruz bir sonraki sene yeniden buluşabilmek ümidiyle? Acaba küçüklerimize biz nasıl örnek oluyoruz bu konuda?
Yaz mevsimi, sıcak hava, uzun günler… Bir de Amerika’da yaşarken üzerimize çöken rehavet ile oruç tutmak. Okullar açısından baktığımızda tatil üstelik… Geceleri sabah vaktine değin oturup tüm günü uykuyla geçirmek ve sahura uyanmak yerine iftara uyanmak mı bizimkisi? Ramazan ayını gözü kapalı geçirmek bir anlamda. Dil açısından ne kadar doğrudur tartışılır belki, bu aralar sık duyuyorum ‘orucu uykuya tutturmak’ ifâdesini. ‘Orucu uykuda tutmak’ ya da ‘orucu uykuda geçirmek’ şeklinde de ifade edebiliriz. Hissetmeden, tadına varamadan, tefekküre dalamadan, her anının kıymetini bilemeden, her vaktini idrâk edemeden, her gün belirli vakitlerde Ramazan hürmetine bir araya gelemeden, O’nu doyasıya konuşup O’na dair bilgilerimizi tazeleyemeden ya da bildiklerimize yenilerini ekleyemeden, nasıl geçti farkedemeden, yüreklerimizi Ramazan sevinciyle dolduramadan, O’nun nuruyla nurlanamadan, her gün bizden gidişine gözyaşı dökemeden, on bir ayın yükünü O’nunla hafifletemeden, gelişine sevinemeden, sevindiremeden çoluk-çocuğu, gidişini bile göremeden oruç tutmak yani. Kısacası anlamadan aç ve susuz kalmak sadece.
Bu mübârek ayda memleketimizden uzakta olmanın ağırlığına sığınıyoruz üstelik. Üzerimize çöküyor hasret de, altında eziliyoruz çoğu zaman. ‘Yalnızlık’ diyoruz, ‘özlem’ diyoruz bir bir diziyoruz engelleri önümüze. Kendi köşemize çekildikçe de nefsimizin eline düşüyoruz ve hayatı ayağımıza doluyoruz. Önemli olan bulunduğumuz yeri memlekete çevirebilmek oysa. İnancımızla kültürümüzle insanımızla memleketin kendisi olabilmek ve kucaklayabilmek herkesi. Bu uzun günlerde masalarımızın üzerini çeşitli yiyecek ve içeceklerle donatmadan sadece O’nu anmak için toplanabilmek, daha çok okuyabilmek, daha çok anlatabilmek, o büyüleyici güzelliklerini çevremizdekilerle beraber hoş bir atmosfere dönüştürebilmek ve günü iftar sofrasıyla yine hep beraber zenginleştirebilmek… Bizim için her anlamda en güzel örnek Efendimiz (s.a.s.)’in iftar sofralarının hiç misafirsiz kalmayışını hatırlamak bu konuda bizleri teşvik etmeli ve sık sık “Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, oruçlu kadar sevap kazanır. Oruçlunun sevabından da hiçbir şey eksilmez.” hadis-i şerif’i ile de yolumuzu aydınlatmalı… Güç almalı her daim ayet-i kerîmelerden, hadis-i şeriflerden ve bu güzel günleri dolu dolu değerlendirebilmeli. Uyanmalı değil mi bu derin uykudan.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment