Michigan Gölü’nden Aral’a
Haziran sonuna yaklaştık ama suyu hâlâ soğuk, kumsalında yürüyüş sadece yapabildiğim hiç dokunmadan soğuğuna ve maviliğini seyrederken karşı kıyısını göremediğimden sanki deniz zannedişim bu enginliği. Lake Michigan sunduğu kaynakların çeşitliliğinden olsa gerek, kıyıları tarihte çok gerilere giden bir yerleşim alanı olmuş dondurucu ve uzun kışlarına rağmen. Çok hırpalanmış olsa da asırlar boyu, şimdilerde Amerika’nın her noktasında olduğu gibi özel koruma altında çevresel anlamda. İnsanoğlu tabîattan aldıklarını teker teker geri vermeye çalışıyor bozduğu dengenin nelere sebep olabildiğini görerek, ancak yitirilmiş olanların tekrar uyanışa geçmesi elbette ki çok uzun ve özenli çalışmaların ertesinde oldukça zaman alıcı. Her zamanki kâide yine geçerli, tahrip etmek çok hızlı tamir etmek o denli yavaş…
Sahil boylarında yaşama alışkanlığımdan olsa gerek aklımın bir köşesi hep maviliklere takılı. Suyun olmadığı yerlerde gökle buluşmalarım bu yüzden; Gobi gibi, Karakum gibi… Nerede durduğumu bir an için unuttuğumda semâyı ters yüz edilmiş denizler, okyanuslar, göller olarak tahayyül edebiliyorum. Şimdi bulmuşken, kumsalı millerce uzanan bu gölün maviliğini ve rüzgârın bana getirdiği kokusunu değerlendirmeye çalışıyorum. Yarın ne olacağı ya da yarın ne olacağım belli değil. Anın değerini bilmek; dün özlemi ile kederlenmeden fakat unutmadan dünü, yarın ile evhâma düşmeden fakat bir kenara atmadan önemini, tüm enerjimi şimdiye sarf etmek.
İskender Pala’nın Od’undaki Molla Kasım’ı bu yüzden düşünmeye başladım işte. Dervîş Yunus’un değerli dörtlüklerini kısa bir süre içinde suya atıp da ancak “Dervîş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söyleme // Seni sîgaya çeker / Bir Molla Kasım gelir” dörtlüğü ile karşılaştığı an yaptığı büyük hatayı farkeden ve bu hatayı telâfi etmek için bir ömür tüketen Molla Kasım… Hangi su kenarıydı o, kâğıt parçalarını nerelere alıp götürdü akan su bilemem; ben Michigan Gölü’ne kimlerin sözlerinin düşmüş olabileceğini tasavvur etmeye çalışıyorum. Bir Chippewa genç kızının tam da bu gölün kıyısında, bir Fransız kâşif ile ilk karşılaştığında gözlerinde büyüyen korkuyu suya akıtışını belki. Ya da o Fransız kâşifin hiç beklemediği anda bu Chippewa genç kızı ile karşılaştığında ne yapacağını bilemeden silahına davranırken anlaşılmaz sözleri göle doğru savuruşunu belki. Tümü birden suya yazılmış yazılar ve suyla akıp gitmiş sözler, olaylar, yaşanmışlar tarihin içinde.
Ne ilginçtir atıklarla her geçen gün biraz daha kirlendiğini, barındırdığı bakteri oranının artmasıyla canlı yaşamı bekleyen tehlike boyutlarının giderek büyüdüğünü okuyorum gazetelerden. Çevresel bilincin bu ülkede üst seviyede tutulduğunu zannetmekle yanıldığımı farkediyorum hemen; her yerde insanın insan, çıkarların da insan için ne kadar cezbedici olduğunu yine unutarak. Tek farkla ki; sadece üstü kapalı, hiçbir gözün dikkatini çekmeden ya da kılıfını uydurarak yapılması tüm yanlışların. Aral’ın göz göre göre yitiyor oluşunu düşünüyorum örnek olarak ve insanın onu hayata döndürmeye güç yetirebileceğinden kuşkulu; 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Kazakistan’ın kurtarma girişimlerinin hangi boyutlarda fayda getirip getirmeyeceğinden habersiz izliyorum. Okudukça konuyla bağlantılı makaleleri Çukurova’nın beyaz incisi “pamuk” çıkıyor karşıma neden olarak. “Nereden nereye?” diyorum hayretle. Olaylar sebep-sonuç ilişkisinde zincirleme ilerlerken bir sarmaşık gibi sarıyor dünyayı, insan hayatlarını. Sonra dünyaya ve üzerinde yaşayan her şeye olanları seyrederken suç işliyormuşum gibi geliyor bana.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment