Biz Üç Kişiyiz
Biz üç kişiyiz; aynı yerde çalışan, iş dışında sık sık görüşen, bol bol tartışan ve buna rağmen epey iyi anlaşan üç yakın arkadaş. Ama daha çok ‘sister’ olarak hitâb ediyoruz birbirimize, ki bu da ‘arkadaştan öte’ anlamı taşıyor burada. Hani yediğinizin içtiğinizin ayrı gitmediği, iyi günde kötü günde muhabbetinin anlamını tam olarak bulabildiği, yüzünüze gülüp ardınızdan çeşitli derinliklerde kuyuların mimarı olmayan, ağlayınca bir omuz olabilen, sinirlenince susup dinlemeyi bilen, mutlu olunca o mutluluğun üzerine daha da mutluluk ekleme yeteneğine sahip; kusurlara kör, insanı her hâliyle kabul edebilen cinsten bir arkadaşlık bizimkisi. Gökte ararken yerde karşılaşma lütfûna mazhâr olduğumuz bir ayrıcalık yani.
Din, renk, ırk, yaş, sınıf gibi ayrımların tümüne birden sebepsiz körüz üçümüz de. Birimiz Sikh, birimiz Hıristiyan, birimiz de Müslüman. Birimiz black, birimiz asian, birimiz de beyaz. Birimiz bir sarayda yaşayacak kadar zengin, birimiz zengin olmak için gecesini gündüzüne katarak çalışmada inatçı, birimizin de para hiç umurunda değil. Birimizin ana dili Hint yerel dillerinden biri olan Punjabi, birimizin ana dili İngilizce, birimizin de Türkçe. Buluştuğumuz ortak dil ise İngilizce. Zevkler derseniz, zerre kadar ortak nokta yok.
Kombinasyon oldukça enteresan. Şöyle ki; bir Indian-American, bir African-American ve bir de Turkish-American üçlemesinden oluşmuş bir görüntü dışarıya sunduğumuz. Garip mi? Değil elbet, Amerika’da yaşayıp da, burada yaşamayı gerçekten öğrenebilmiş iseniz; yani kendinizi buradaki hayat şartlarından soyutlamaktan vazgeçmiş ve kendi community’niz dışındaki sulara açılmayı denemiş iseniz. Çünkü dünya milletlerinin uzun yıllardır topluca bir arada yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Pencerenizin perdesini, evinizin kapısını açmaya karar verdiğiniz anda o kozmopolit yapının bir parçası olduğunuzu hemen farkedeceksiniz siz de, eğer henüz böyle bir girişimde bulunmadı iseniz.
Biz üç sister bir araya geldiğimizde mutlaka bir masa etrafında oturur, önümüze yiyecek içeceklerimizi alır, sağımızdaki solumuzdaki münâsip tüm boşlukları Laptop, Iped, Smartphone gibi elektroniklerle donatır, aynı anda hem yer içer, hem sohbet eder, hem online işlerimizi takip ederiz. Amerika’da zaten biraraya gelmek demek bir bakıma ziyâfet anlamı taşır. Nerede olursanız olun, ne yapıyor olursanız olun; amaç resmî toplantıda ciddî meseleleri konuşmak, sınıfta ders dinlemek sûretiyle mühim bilgiler edinmek dahi olsa farketmez; yiyeceksiniz, içeceksiniz, hiç olmadı sakız çiğneyeceksiniz vesâire…
Bu durumu hiç tecrübe etmedi iseniz önce bakışlarınızla garipsersiniz, belki uzun uzun yadırgarsınız, daha olmadı epeyce belli ederek burun kıvırırsınız, hatta bir an gelir işi sözlerinizle küçümsemeye kadar götürürsünüz. Lâkin gün gelir siz de bunu yapıyorken bulursunuz kendinizi üstelik hâlinizi farkedip hayretler içinde kalarak. İşte bir araya geldiğimiz herhangi bir günde, sevgili arkadaşlarım ve ben, birimizin evinin mutfağındaki haylice büyük yuvarlak masasının etrafında yukarıda resmini çizdiğim şekilde oturuyorduk. Ancak masa bir nev’i boş görünüyor gözüme, içimden “Allah Allah” diyorum, “bu işte bir gariplik var!” Bir süre bekliyorum nasılsa meselenin iç yüzü ortaya çıkar diye. African-American arkadaşım “o güzel yemeklerinden bize pişirirsin diye düşündük” şeklinde bir cümle atıyor ortaya. İşte bu nokta kabağın benim başıma patladığı yer. “Why?” diye soruyorum hayretle. “Çünkü yemek yok ve biz açız” diyor Indian-American arkadaşım. “Eeee kabahat benim mi?” diye atılıyorum, “ben de açım ama size kalkın yemek pişirin diyor muyum, yok demiyorum.” “Chips, cookie, meyve filan atıştıralım işte, ne diye abartıyoruz ki işi! Olmadı dışarıya çıkalım, daha olmadı Pizza sipariş edelim!” şeklinde hızla devam ediyorum. İtiraz hemen hazır: “Onları her zaman yiyoruz zaten!” Bu mu yani, “ben de her gün yemek pişiriyorum ona bakarsanız!” “İyi o zaman bugün de pişirmen zor olmayacaktır!” Yok, kapana kıstırıldım. Kaçacak bir gıdım alan bulmam mümkün değil. “Sizi Türk mutfağıyla tanıştırdığıma, önünüze çeşit çeşit yemekler getirmek sûretiyle sizi bolca şımarttığıma çok pişmanım ona göre!” uyarısını yaparak kalkıyorum yerimden. Onlar zafer kazanmış bir edâ ile beni takip ediyorlar, ‘high five’lar havada uçuşuyor falan. Ama bunun acısını çıkaracağım yemeği hazırlarken en sıkıcı bölümleri onlara yaptırarak. Aşçı yamağı olmak korkunç bir şeydir çünkü, henüz bilmiyorlar tabiî.
Sonunda benden çok onlar yorulmuş olarak masanın başına tekrar toplaşıyoruz, tek farkla ki bu sefer masamız çeşit çeşit yemeklerle donatılmış durumda. “Sofra başında oturmak saatler alır mı?” diye sormayın, eğer yerken pek çok işi beraberinde yapmaya çalışıyorsanız hiç bilemezsiniz ne kadar süreceğini. Üstelik dünyayı zehirli bir sarmaşık gibi abluka altına almış olan dev sorunları konuşarak halletmeye bile çalışmadan nasıl geçmiş zaman anlayamazsınız.
Biz üç arkadaş, her seferinde değişik maceralar yaşayarak birbirimizin kültürünü öğrenmeye devam ediyoruz Amerika’da, sınırlarımızın neler olduğunu da hiç unutmadan.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment