Ayrıntılarda Gizli Hayat
Birkaç gün önce bir ev ziyâreti sırasında Munkhzaya ile tanıştım. Adını söyledikleri zaman “Moğolistan’dan mı?” diye soruverdim bir garîp heyecanla. “Evet” dedi, “nereden bildiniz?” Bilmez miyim! Bu isimde birkaç tanıdığım olmuştu, yaygın bir isimdir Moğolistan’da. Özellikle ‘Zaya’ pek çok isimle birlikte kullanılır. Onu Moğolca selamladım. O da bana Moğolca karşılık verdi. Kırk yıllık dost gibi başladık muhabbete. O anlattı, ben anlattım. Sular seller gibi çağladık. Bazen hüzünlendik, bazen güldük, bazen de atladık anmak istemediğimiz bölümleri. Onun yolculuğu Ulanbatur’dan başlamış, benim yolum da Ulanbatur’dan geçmişti. Ve Amerika’nın herhangi bir eyaletinin herhangi bir şehrinde plansız kesişmişti işte yollarımız.
Hayatın bizi nereden alıp nerelere getirdiğini, dünyanın aslında düşündüğümüz kadar büyük olmadığını; çevremizdeki her şeyin hızla değiştiğini, bizi de önüne katıp değiştirdiğini; kültürlerin insan hayatına eklediği güzel renkler yanında insanın sırtına neler yüklediğini; Amerika’nın kimler için bir sığınak rolü üstlendiğini, herkesin içinde gün yüzüne çıkmamış onlarca öykü gizlendiğini bir kere daha görmüş oldum böylece.
Annesi Moğol bir budist, babası İranlı bir müslüman. Üniversite eğitimi için gittikleri Moskova’da tanışırlar. Zaya dünyaya gelir ve baba Moğolistan’a, anne de İran’a gitmeyi reddeder. Anne kızını da yanına alıp Moğolistan’a döner ve baba ile bütün bağlantı kopar. “Babamı hiç görmedim, nerede olduğunu da bilmiyorum.” dedi Zaya. Bu cümle artık tuhaf gelmiyor kulağıma, Amerika’da benzer öykü hemen hemen her kapının ardında gizli. Çocukların çoğu üvey anne veya üvey baba ile yaşıyor çünkü. Ya da ikisi de yok dede veya nine üstlenmiş bakımlarını. Aynı evde baba ayrı anne bir çocuklar var, anne ayrı baba bir çocuklar var, hafta sonları bu çocuk grubuna katılan babanın ya da annenin başka yerde yaşayan çocukları var. İçinden çıkılası gibi değil velhâsıl…
Önce Zaya gelmiş Amerika’ya, sonra dönüp annesini getirmiş yanına. “Şimdi en büyük arzum Ulanbatur’da yaşayan kız kardeşimle erkek kardeşimi burada görebilmek.” diyor hüzünle. Dönmeyi aklından bile geçirmek istemiyor, “İçimde büyük bir nefret var Moğolistan’a.” diye devam ediyor. Huzuru burada müslümanlarla tanışınca bulmuş. Eşi bir Kırgız, Kırgızistan’ın Kazakistan sınırında yer alan Tokmok şehrinden. Bu ayrıntıyı duyunca, ‘İşte başka bir öykü de burada başlıyor.’ diye düşünüyorum. Henüz gidip göremediği toprakları sadece eşinden dinleme fırsatı bulabilmiş Zaya’nın yolunun düşmediği yerlerde birkaç yıl geçirmiş olmam şaşırtıyor onu. Böylece biraz da Kırgızistan anılarımın üzerinden geçiyorum onunla beraber. Masal gibi geliyor kulağıma kendi anlattıklarım hiç yaşanmamış gibi, nihâyetinde ‘masal topraklar’ olarak yazılmış aklımın bir köşesine Kaf Dağı’ndan ötürü.
Selenge’den Şahımardan’a doğru kayıyor düşüncelerim, oradan Kerhe’ye ve derken Menomonee’de duruyorum. Çok uzun ve zahmetli bir yolculuk olarak görünüyor bana bir an. İskender Pala’nın ince bir dokunuşu geliveriyor hatırıma: “Rahmet ile zahmet arasında bir nokta farkı vardır. Allah dilerse zahmetteki noktayı kaldırıverir.” Müslümanlığı tercih etmiş bir kadının gözlerinden taşan ışıltıdan, sözlerindeki metânetten cesâret alarak soruyorum ben de o zahmetli yolculuktan sonra durulmuş gibi: “Nedir seni huzurlu yapan?” “Yargılanmamak, yadırganmamak.” diyor çok emîn bir ifâdeyle. “Müslümanlar kimseyi yadırgamıyor, yargılamıyor; sadece bu hayatı doğru şekilde yaşamaya çalışıyorlar.”
Kimin İslâm’a hangi sebepten uyandığını, neyin hayat içinde ilerlerken keskin bir viraj almasına neden olduğunu kestirmek çok zor. Kimseden ümîd kesmemek, karamsarlığa düşmemek, ‘ol!’ emrini verenin kim olduğunu unutmamak, yorulmamak, yılmamak, inançla yürümek lâzım inandığını da yaşayarak elbet.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment