Ölüm, Gurbet ve Aşk…
“Ölümün, gurbetin ve aşkın özünü sıktım, ayrılık ve hasret damladı…”
Bir anne üç yaşındaki evladına yemek yedirmek üzere yanına yaklaşıyor. Fakat çocuk yakın zaman önce alınan oyuncağıyla oynamaya o denli dalmış yemeği reddediyor. Anne ne yapsa nafile; yumurcak yemeğini yememekte ısrar ederek sadece oyuncağıyla ilgileniyor. Vakit akşam olurken yavrusunun uyku saatinin yaklaşmasıyla anne tekrar evladının yanına gidiyor. Fakat ufaklığı yatağa götürmek ne mümkün, küçük yavrunun gözü oyuncağından başka bir şey görmüyor. Günler böyle sürüp giderken anne evladının asli gereksinimlerini her karşılamak istediğinde aralarına oyuncak giriyor. Çocuk delicesine sevdiği oyuncağına o denli yoğunlaşmış ki neye hangi ölçüde değer vermesi gerektiğine dair gerekli muhakemesini kaybetmiş halde oyuncak nazarını dolduruyor. Günlerden bir gün anne evladının oyuncağına dalarak uyuyakaldığı bir fırsatı değerlendirerek oyuncağı elinden alıyor ve saklıyor. Ertesi gün uyanan çocuk oyuncağını bulamayınca feryat figan kıyameti koparıyor. Birkaç gün ağlayıp elemini etrafına yaşatan çocuk günler geçtikçe oyuncağına olan bağlılığını yitiriyor ve hayati gereksinimlerine olan ilgisi normale dönüyor.
Seven gönül sevdiğinden ayrıldığı günlerin ardından biricik dert ortağı oğluna bu hikâyeyi anlattıktan sonra bağrında ciltlerce kitabın muhtevasına denk nasihati saklayan “baban benim oyuncağımdı, Allah aldı…” aklıselim itirafında bulunuyor. Ve evladına küçük yaşında “insan sevdiğini dengeli sevmeli ve asli vazifesi olan kullukta gaflete düşecek ölçüde sevmemeli” dersini veriyor.
Ölüm, gurbet ve aşk… Üçünün de ortak kaderi olmuş ayrılık. Hem sevip hem sevilenler bir zaman gelip ebedi beraberliğe kavuşacaklarını hayal ederek bekler olmuşlar birbirlerini. Peki, nedendir her sinenin ev sahibi olmuş ve değişik yüzleriyle kurulmuş gönüllerimize özlem? Demek dünyanın mayası hasretle ve ayrılıklarla yoğrulmuş. İnsan önce bu gerçeği kabul ederek işe başlamalı ve bu ayrılık duraklarında Sahibini hatırlamalı.
Ve dengeli sevmeli insan, dengeli bağlanmayı öğrenmeli henüz ayrılıklar yaşanmadan. İlle bu gerçeği öğrenmek için çetin imtihanları yağmur yüklü bulutları üzerine çeken ormanlar gibi davet etmemeli muvazenesini yitirmiş kalbiyle. Yıllardır “hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya…” sözünün yalnız ilk kısmını dikkate aldık ve yarın ölecekmiş gibi ahireti hatırlayamadık. Oysa sözün sultanı dünyaya dünya kadar, ahirete de ahiret kadar değer verin dediği ölçüde kalbimizin balansını ayarlayabilseydik daha dengeli sevebilirdik. Ve belki de daha az ayrılık yaşar yada ölümü kavuşmanın ilk adımı sayan ufuk insanları gibi elem mevsimine uğramadan kalbimizde sukut yaşardık. Kalbimizi de, sevgiyi de, bizi de yaratan sevginin gerçek sahibinin kalbimizde olması gereken yeri yalancı sevdalara, üç günlük heveslere kurban ettiğimiz günlerden bugünlere ayrılıklardan şikayet eder olduk. Oysa O hep yanımızdaydı ve bize tek başına yeterdi ama yetinmesini bilemeyip şifayı hep emanetçilerde aradık.
Ve dengeli seven her kalp gibi dengeli özlemeli insan, bir daha kavuşmayacakmış gibi bir hal ile ahirete iman akidesini düşünmeden yaralamamalı. Gerçekten iman etmiş her kulu kavuşma müjdesi teselli etmesi gerekirken, bu muştudan beri kalıp bizi lutuflandırana gaflet içinde olmamalı. İnsanoğlunun her ayrılıkta bizi bırakıp gitmeyeni hatırlaması için ve kalbinin kıvam bulması için daha kaç ayrılık acısıyla pişirilmesi lazım.
Ölümün, gurbetin ve aşkın durağında duruyor zaman, ihlasın tozu dumanına katmış firakına bakıyor ve yaşanılası her anın ardından açtığı ellerinin sema ile vuslatına doyuyor. Bir de dudaklarında aynı terennümün fısıltısı; “Ya Bâki, Entel Bâki…” meleklerin kulağına ne de hoş geliyor…
Kemal Sadık
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment