Hayatımızın isimsiz kahramanları
İnsanın hakikati nerede bulacağı hiç belli olmuyor. Bazen bir ayet, bir hadis, bir güzel söz, bir bakış, bir gülüş ve hatta dosttan beklenmedik aksi bir tavır hayatınızın ivmesini başka yönlere döndürebiliyor, bazen iyiye bazen kötüye. Kim bilebilir!!!
Şerleri kalbi mahfuz’da bırakıp, şimdi hayırlara dokunma zamanı..
On iki, belki on üç yaşlarındayım. Gelibolu’da bir yaz akşamıydı.. Her zamanki gibi yine aynı çay bahçesinde oturuyorduk. İstanbul’dan babasıyla birlikte askerlik yapan abisini ziyaret için gelmiş, genç, pardeselü bir bayanla tanışmıştık. Tüm küçüklüğüme rağmen, zihnime işlenen önyargılarla konuşmaları gayet “temkinli” ve “alaycı” bir şekilde dinlemeye başlamıştım. İlk başta hiç bir şeye anlam veremiyordum. Hem dindar, hem eğitimli… Hem başörtülü hem alımlı.. İşte tam o akşam, adını bile hatırlayamadığım o abla değiştiriyordu herşeyi benim için. O yıllarda okullarda “hoca” kelimesini bile hazmedemeyen “öğretici” zihniyetin sürekli işlemeye çalıştığı tabular birebir birebir yıkılıyordu sanki beynimde. İlk defa mütedeyyin bir kadının imrenilebilecek kadın olabileceğini idrak ediyordum. Başörtülü birisiyle sokakta görünmekden utanan ben, ilk defa ama ilk defa gece yarısı kalkacak olan otobüs saatine kadar dinlenmek için evimize davet ettiğimiz o pardeselü ablayla yürümekten utanmıyordum. Müslümanlara atfedilen olumsuzlukların eğitimsizlikden kaynaklandığını tecrübe edişimin ilk anlarıydı.
Aslında akşam evimize değil, sanki kalbimize misafir olmuşlardı. Özellikle de benim… Kalbimin tüm sisli ve küflü perdeleri yavaş yavaş açılıyordu. İçeriye ışık hüzmeleri sızar gibiydi. Ne yazık ki, yemek yiyişinden, çayı karıştırmasına kadar her halini hayranlıkla seyrettiğim ve bugünmüş gibi hatırladığım o ablanın ismini bile hatırlamıyorum şu an. Tek hatırladığım isimsiz kahramanımın uzun boylu, ince, güzel, nazik ve İstanbul üniversitesi edebiyat bölümü öğrencisi olduğu… Hatta o günden beri Laleli’deki edebiyat fakültesinin önünden her geçişimde o ablayı hatırlar, edebiyat fakültesi öğrenci ve mezunlarında hep o ablanın duruş ve tavrını ararım.
Yakın zamanda hayatımda hiç beklenmedik bir yerden rahmet esintileri tekrar esmeye başladı.
Farsça dersinde “Gökyüzünün Çocukları” adlı filmi izliyorduk. Hocamızın eşi doğum yapmış, yokluğunda bu filmi izleyip üzerine Farsça mütala etmeye çalışacaktık. İki küçük kardeşin kaybolan ayakkabı üzerinde geçen hikayesi anlatılıyordu. Tüm odayı farklı bir hava sarmıştı. Sadece ben değil, diğer arkadaşlarım da ağlıyordu. Ne sebeplerle ağlıyorlardı bilmiyorum ama ben büyük hedef ve gayelerle geldiğim Amerika’da hayatımın sapan çizgisine ağlıyordum. Hafta sonunun olmazsa olmazı alışveriş ziyaretlerime ve indirimden “kazanınanlar” konulu konuşmalarıma, hepsi için kaybettiğim zamanıma ağlıyordum. Dahası ihtiyaç fazlası ayakkabılarıma, çantalarıma, kıyafetlerime, başörtülerime ağlıyordum. Bu hissiyat hiç bitmesin istiyorum. Tükettiğim için dünyanın başka yerlerinde tüketemeyenlere, o günden beri her alışverişime şahit olan isimsiz nicelerinin “aslında farkımız yokmuş” deyişlerine ve tüm sebep olabileceğim menfiliklere ağlamak istiyorum.
Ta ki, oniki yaşındaki bir çocuğun masum ve saf kalbi gibi yeniden içimdeki tüm süfli his ve hevesat yıkanıp kalbim durulansın ve gerçek sahibini, Öz’ünü bulsun…
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment