Rahmet vaktidir zaman dostlar, sıra inşirahta…
Zahmet rahmetle iç-içedir. Arapça’da farkları sadece bir nokta kadardır. Rahmet zahmetin içindedir, bağrında büyür ve gelişir. Mihnet ne kadar büyük olursa rahmetin de o derece büyük olacağına yorulur. Civcivler zorlu bir kuluçka döneminin ardından kırarlar yumurtanın kabuğunu, mercanlar incileri doğururken inim inimdirler. “Yağmurdan sonra büyürmüş başak, meyvalar Sabırla olgunlaşırmış” der Mona Rosa şairi.
Efendimiz (sav) insanlığın derdi ile inim inim inliyordu, ahlaki, ameli ve imani çöküntü onu derin bir ızdırap içerisinde bırakıyordu. O insanlığın bu perişan haline çare bulmak için kıvrım kıvrım kıvranıyor, tefekkür ediyor, insanların içerisinden ayrılıp ve dağlara çıkarak tahannus yapıyordu. Nitekim Hira sultanlığında vuslata kavuşunca aradığı şifaya da vasıl olmuş oldu. Bütün yaraların üzerine merhem olacak devayı bulunca, ruhunda inkişaf eden güzellikleri insanlara tebliğ etmek için yeniden şehirlerin anası Mekke’ye döndü. Ama ilk inen bir kaç ayetten sonra bir fetret devrine girildi. Kesilmişti vahiy, Efendimiz (sav) için kesilen sanki vahiy değil de nefesi gibiydi. İçi sıkılıyor, göğsü daralıyordu. Lakin bu fetret devri nice hikmetler barındırıyordu içerisinde kim bilir? Müşrikler de ise vahyin kesilmesi ile tam bir keyif hali yaşanıyordu. Hatta dili kuruyası bir kadın Efendimize (sav) gelip “Yâ Muhammed! Görüyorum ki şeytanın Seni terk etmiş” diyecekti. Kendince alay ediyordu talihsiz. Ama bilmiyordu ki O’nun (sav) üzülmesi nice rahmet kapılarının açılmasına sebep olacaktı ve açılıyordu da rahmet kapısı kırk günün sonunda. Cebrail (as) gelmiş ve şu ayetleri müjdelemişti; “Güneş’in yükselip de en parlak hâlini aldığı kuşluk vaktine ve sükûnetle erdiği dem geceye yemin olsun ki (ey Resûlüm)! Rabbin Seni ne terk etti ne de sana darıldı! Elbette Senin için, gelecek her yeni gün, bir öncekinden, her zaman işin sonu başından daha hayırlıdır. Elbette Rabbin, Sana ileride öyle şeyler ihsan edecek ki, neticede Sen, hem O’ndan hem de vereceklerinden razı olacaksın!”
Tamı tamına kırk gün, kırk yaşından sonra bir kırk gün daha beklemişti Efendimiz (sav). Efendimiz (sav) bu vahyin kesilmesine çok üzülmüştü belki, ama mesele de “sabrı” iktiza ettiriyordu. Sabır; hakaretlere, iftiralara, yalanlara, zulümlere… Sabrın bile sabrının taşacağı ana kadar sabır. Gammazlamalara, eza ve cefalara, zindanlara sabır. Duran, tıkanan hayırlı işlerin, vicdanlarda hasıl ettiği sıkıntıya sabır.
Sonra Cenab-ı Allah (cc) bir nefes daha üfledi İnsanlığın Sultanı’na ve şöyle diyordu ayette; “Ey Resûl! Sen, Rabbinden Sana indirilen buyrukları tebliğ et; şayet bunu yapmazsan, risalet vazifesini yerine getirmiş olamazsın! Allah Seni, zarar vermek isteyen insanların şerlerinden koruyacaktır.” Evet gerçek bir müjde idi nüzul olan bu ayetler. Rabbimiz (cc), Allah seni yalnız bırakmadı, seni terk etmedi, sen işine bak, dostlarınla birlikte her şeye rağmen devam et yürümene, zalim, kafir ve münafıklar istemese bile Allah nurunu tamamlayacak ve sana da onlar hiç bir şey yapamayacaklar” buyuruyordu. Maziden de misaller verilerek hem. Hocaefendi hazretlerinin diliyle arz edelim verilen misalleri;
“Boğulmasını bekleyenler, bir de baktılar ki Hazret-i Nuh, tufanın ortasında sapasağlam… Yanmasını bekleyenler, bir de baktılar ki Hazret-i İbrahim, Nemrut ateşinden gülümseyerek çıkıyor… Çölde ölmelerini bekleyenler, bir de baktılar ki Hazret-i Hacer ile oğlu Hz. İsmail, Mekke çölünde ölmemiş, kendilerine ikram edilen zemzemi içip hayatlarını devam ettiriyorlar… Attıkları kuyuda ölüp gitmesini bekleyenler, bir de baktılar ki Yakup Aleyhisselam’ın sevgili oğlu Hazret-i Yusuf, kuyudan çıkıyor gidip Mısır’a sultan oluyor… Yaralarından dolayı isyan etmesini bekleyenler, bir de baktılar ki, Hazret-i Eyyûb şükrediyor, sabrediyor ve yaralarından kurtuluyor… Fırtınanın ortasında Yunus Peygamber’i denize atıp koca bir balık tarafından yutulduğunu görenler ve işinin artık bittiğini düşünenler, bir de baktılar ki, balık denizaltına dönüşmüş, Hazret’i Yunus’u sahile bırakıyor… Hazret-i Musa’nın Kızıldeniz’de boğulmasını bekleyenler, bir de baktılar ki, Kızıldeniz kendi devrinin en büyük gücü Firavun’u bir solukta yutuyor… Hazret-i İsa ve havarilerini arenalarda aslanlara yem edenler, bir de baktılar ki, Hıristiyanlık onlara rağmen gelişiyor, yayılıyor; inanan insanlar Roma’dan Trabzon’a geliyor ve dağları oyup kurdukları Sümela Manastırı’nda inançlarını yaşamayı sürdürüyorlar… Peygamber-i Âlişan Efendimiz’i (s.a.v) her türlü işkenceden geçirdikten sonra Mekke’den Medine’ye hicret etme zorunda bırakanlar, bir de baktılar ki, “mağlup” ettiklerini düşündükleri Peygamber, muzaffer ordusunun başında Mekke’ye geri dönüyor…”
Hak ile batılın mücadelesi hiç bitmedi, bitmeyecek… İlk insan, ilk peygamber Hz. Adem (as) gözlerini açar açmaz karşısında bulmuştu ebedi düşmanını ve böylece başlamış oldu bu amansız mücadele. Bir defasında, hak için yola çıkan Hz. Hüseyin Efendimiz’in (ra) yolu Yezit’lerce kesiliyor ve Şimir denilen ucube tarafından şehit ediliyordu. Bir başka vakit İmam-ı Azam devrinin zalim idarecileri tarafından hapishanelere atılıyordu, keyiflerine fetva vermedi diye. Başka bir yerde ise İmam Ahmet ibni Hanbel ruhunun ufkuna, istintakta iken yürüyordu, taki zalimlerin sapık düşüncelerine ortak olmadı. Bediüzzaman hazretleri, hayatında dünya zevki namına bir şey tatmadı, ömrü esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde, mahkemelerde, göz altılarda geçti ama zulme boyun eğmedi.
Suçları mı vardı bu çilekeş dertlilerin? İnsanlığın imanı, ahlakı için yanıp yakılıyorlardı sadece. Makamdan – mansıptan, şan ve şöhretten yılandan-çıyandan kaçıldığı gibi kaçıyorlardı onlar. Dünyanın bütün cazibelerini ayaklarının altına almışlardı. O büyük zatların dertleri kitap sayfalarından sızıp kulaklarımıza aka dursun, zamanımızın yaşayan muzdaribinin sızılarını hem görüyor hem de şehadet ediyoruz. Bu ağlamayı durdurmak için yavru nidası, niyazıyla çıktığı bu kutlu yolda, gözyaşları yoldaş oldu O’na. Geceleri inim, inim niyazını kut ve gıda yaptı kendine. Kulubecikler, pencere boşlukları, yurtların beşinci katlarında ki küçücük odalar saray haline geldi.
“SENİN için bu yola atıldık. Acılarına ortak olmak, ızdıraplarını dindirmek, gönlünü âbâd etmek için. Bize gönül koyma, aheste – revlik ettik, vaktinde imdadına yetişemedik. Ama inan, sinemizde hep Yakub’un gadru efgânını, içimizde Zeliha’nın aşk-u hicranını taşıdık durduk. O âb-endâm kâmetinin iki büklüm olduğunu her gördükçe, perişan kâkül’ün gibi kalbimde dağılıp durdu” dedi ta baştan beri. “Şimdi bana müsaade et de, şu bâdirede Bahadır’ın olayım. Mızrabımı senin için vurup, feryadımı ruhuna duyurayım. Bu fırtına ve bu yangında gerektiği an imdadına koşamadığım için de, kaldırım taşı gibi şu mücrim başımı ayaklarının altına koyayım” diyerek döktü senelerce gözyaşlarını.
Suç muydu bunlar! suçsa eğer, hepimiz bu suçun ortaklarıyız. Evet milletin imanını kurtarmak için, işledik ve işleyeceğiz sizin karanlık ruhlarınızın suç kabul ettiği bu ışık tufanını. Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dediği gibi biz de diyoruz; eğer yollarımıza diken dökerseniz, ayaklarımız kanaya kanaya, yürünmez hale getirirseniz yolları, sürüne sürüne gideriz bizde. Azığımızı alırsanız elimizden, taş bağlarız karınlarımıza, kısarsanız sesimizi, halimiz tercüman olur dilimize yinede dönmeyiz yolumuzdan.
Zira, gaye ve hedefimiz sâlih Elhamdülillah. Zalim olmadık, mazlumuz çok şükür, sevgiyi sevip düşmanlığa düşmanlık şiarımız, köşkler, saraylar, makamlar, mansıplar rüyamıza girse tevbe etmeyi borç biliriz. İftira atmadık kimseye, yalan söylemedik, ne ferdin ne de milletin malına göz dikmedik, hırsızlık, namussuzluk yapmadık. Yaşatmak için yaşama ideali üflendi hep kulaklarımıza. Yanın! Bitin! Tükenin! Ama yakın bir çıra daha karanlığa denildi hep bizlere asrın dertlisi tarafından.
Gaye Allah’ın (cc) rızası, yol hâk, vasıtada emin ve sıddık, yolun muhafızı ise Hafîz ve Kadir’i Rahim, yolun encamında ise Cennet ve Rıza-i İlahi olduktan sonra, ne kutlu ne mutlu o yolda yürüme. Böyle bir yolda olduk diye, Cehennemi dert ve ızdırap yaşasak bile ne yazar ki, yolun sarp ve yokuşluğunu kim takar?
Rabbim rızasından, yolunda yürümeden ayırmasın son nefese kadar….
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment