Kur’an-ı Mecid (3)

Kur’an, Kelamullah, yani Allah sözüdür. Lakin O’nun Kelamullah olmasını içlerine sindiremedi hiç bir zaman insi ve cinni şeytanlar. Nefis de bu gayretlerinde ortakları oldu onların her daim. Kur’an’ımızın Allah kelamı olduğunu, O’nun bir beşer sözü olmadığını, her bir mü’minin aleme haykıracak bilgi ve birikiminin olması, Kur’an’a vefa ve sadakatın gereği olsa gerek. Kitaplara imanın şiarı olduğunu söyleyen, Kur’an cemaati olduğunu iddia eden herkes bilmeli değil mi kitabını? Bu Kur’an’dır, Allah kelamıdır diye haykırmalı değil mi?  Hem öyle bir haykırmalı ki mü’min; nefis sussun, şeytan konuşamasın, insi şeytanların kelimeleri düğümlensin  boğazlarında.


Asrı saadetten bu yana Kur’an aşıkları, Kur’an’ı doğru okumaları, anlamaları, hayatlarına hayat kılmalarıyla sadakatlerini ifade etmişlerdir. Kur’an’ı ayda bir hazmetmeyi tembellerin işi, onbeş günde bir hazmetmeyi normal müslümanların işi, on günden evvel bitirmeyide aşıkların işi olarak vasıflandırmış, bütün hayatlarını Kur’an’ın rehberliğinde idame  etmişlerdir.


İlk günden bu tarafa dil uzatan boşboğazlar da olagelmiştir Kur’an’a. Lakin her defasında sözleri alınlarına çarpılmış ve sus-pus oluvermişlerdir. Kendisine indirilen o inci mercanları, insanlara ikram etmeye başladığında Nebiler Serveri (SAV), ilk itirazlar da gelmeye başlamış “O’na Rabb’inden ayetler indirilmesi gerekmez miydi?”(Ankebut 50) demişlerdi. Cevabı Kur’an kendisi veriyordu haddini bilmezlere; “Ayetler ancak Rabb’imin katındadır, doğrusu ben apaçık bir uyarıcıyım. Hem kendilerine okunan bu kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu?” (Ankebut 51) diyerek. Sonra meydan okur Kur’an, bütün zaman ve mekanlara, o zaman ve mekanlarda yaşayan yaşayacak olan bütün münkirlere; ” De ki: yemin ederim, eğer insanlar ve cinler, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, hatta biribirilerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir kitap meydana getiremezler.” (İsra 88) O günden bugüne kendini maskara eden bir kaç talihsiz dışında buna cüret edebilen kimse çıkmamıştır. Bu bile yalnız başına Kur’an’ın beşer sözü olmadığına bir delil sayılır.


Kur’an’ın nüzul olmaya başladığı zamanda Arap toplumunda dört şey çok revaçta ve kıymetliydi. Bunlar; belağat ve fesahat, şiir ve hitabet, kahinlik (gaybden haber verme ) ve de tarihi olayları hikaye etme. Ukaz panayırında şairlik yapan kadın şair Hansa, meşhur şairlerden Hassan’ın bir beytinde tam on hata bulmuştur. Yarışmadaki puanına itiraz eden Hassan bin Sabit’e; şiirinin en güzel beyitini; beytü’l ğazeli oku bakayım der. Hassan, şu beyiti okur:

  Lenâ el-cefnâtü’1-ğurru yelma’ne fi’d-duhâ
  Ve esyâfünâ yakturne min necdetin demâ

Bunun üzerine Hansa, beytü’l-ğazel dediğin bu beyitin yedi edebî problemi vardır diyerek bunları şöyle sıralar.
Bir: Şiirinde dedin ki ‘cefnât’. Hâlbuki cefnât, cıfân’dan daha aşağı ve daha azdır. Dolayısıyla cifân kelimesini kullanman doğru olurdu.

İki: ‘Ğarr’ kelimesini kullandın. Garr, ‘eğarr’ çoğuludur. Ve alındaki beyazlık anlamına gelir. Eğer ‘bîd’ kelimesini kullansaydın o, mutlak beyazlık anlamına geldiği için daha geniş bir anlam kazandırırdı.

Üçüncü problem: Beyittte ‘yelma’ne’ fiilini kullandın. Eğer yelma’ne yerine ‘yüşrikne’ fiilini kullansaydın daha iyi olurdu. Çünkü işrak lemeân kelimesinden daha güçlüdür.


Lemeân an be an gelir. (Gözucuyla işaret etmek gibi) işrak ise daimî bir parlaklığa sahiptir.

Dört: ‘Duhâ’ yerine ‘duce’ deseydin daha iyi olurdu. Çünkü sabah vakti anlamına gelen daha öğle vaktine yakın bir zamandır. Bu vakitdeki kılıç parlaklığı önemli değildir. Kılıç, ‘ducâ’nın karanlığında parlarsa sanattır, aydınlık günde parlamak sanat değildir.


Beş: “esyaf yerine “suyûf kelimesini kullansaydın, daha iyi olurdu. Çünkü esyâf azlık çoğuludur.
Altı: “yakturne” yerine “yesilne” fiilini kullansaydın daha güzel olurdu. Çünkü bu kılıçlar sel gibi kan akıtırlar. Bu ise katre katre kan akıtırlar sözünden daha güçlüdür.


Yedi: ‘Demâ’ yerine ‘dima” deseydin daha yerinde olurdu. Çünkü dima’ demden daha çoktur…

Bunun üzerine Hassan susmuş ve daha itiraz etmemiştir. İşte böyle bir zamanda nüzul olan Kur’an’a kimse itiraz edememiştir. Kur’an’da geçen kıssai Yusuf’a ‘en güzel kıssa’ denmiş, geçmiş kavimlerin hayatları en ince detaylarına kadar anlatılmış ve yine herkesin ağzını açıkta bırakmıştır. Bütün gayblerden en doğru haberleri vermek suretiyle de hayran bırakmıştır bütün insanlığı.

Kur’an o altın ve elmas hakikatlerini sinelere, gönüllere derc etmeye başladığı andan itibaren, Arap yarımadasında insanların önde olduğu bu dört yönü de en muazzam bir şekilde ifade etmiş,  bütün muarızlarını ise ebediyyen  susturmuştur.


Efendimiz (sav) ümmi bir peygamberdi. O’nun ümmi oluşunu Kur’an bize ihtar ediyor. (Araf 158) Ümmi, okuması, yazması olmayan demek. Anasından doğduğu gibi kalmış ve okuma yazma öğrenmemiş. Haddizatında ümmi kelimesinin ‘ümmü’l kura’dan Mekke’li, ‘ümmü’l kitaptan’ kendisine Kur’an indirilen, ümmeti olan ve annesinden doğduğu günkü gibi masum, günahsız olan manaları da vardır. Ama lazımi manasıyla okuma ve yazma bilmeyen demektir ümmi. Hem okuma yazması olmayan, hem kendisine peygamberlik vazifesi verilene kadar hiç şiir söylememiş, hitabet noktasında çok önde olmamış birisinin bir anda, söyledikleriyle hatipleri – şairleri  susturması, kahin ve gaybden haber verenlerin sesini kesmesi ve hepsinin; sözdeki kuvvetten dolayı secdeye kapanmaları, hiç kimsenin itiraz edemiyeceği bir edebiyat şaheseri ortaya çıkması onun beşere ait olmadığının aşikar delili değil midir? Böyle muhteşem bir eserin sahibi ancak ve ancak Allah olmaz mı?


Kur’an müthiş bir etkileme fıtrat ve kabiliyetine sahipti aynı zaman da. O’nun o sihirli atmosferine giren herkes o etkiden mutlaka nasiplenir. Tevafukat-ı Ömer’iye denilen vak’alardan bir tanesini Hz Ömer Efendimiz (ra) şöyle anlatıyor. Müslüman olmadan önce Hz Peygamberi takip ediyordum, bir gün O’nun (sav) mescide girdiğini gördüm, yavaşca gidip arkasına oturdum bir şeyler okuyordu, ben de dinlemeye başladım. O Kur’ân’ı okudukça ben şaşırıyordum. Bir ara (içimden) “Bu Kureyş’in dediği gibi bir şâirdir.” dedim. Bunun üzerine “O elbette şerefli bir peygamberin (Allah’tan aldığı) sözüdür. O bir şairin sözü değildir. Ne de az düşünüyorsunuz.” (Hâkka, 69/40­41) ayetini okudu. Ardından “Öyleyse kâhindir.” dedim. Ama “Bir kahinin sözü de değildir. Ne az düşünüyorsunuz.” ve devamla, “Alemlerin Rabbinden indirilmiştir. Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık.) Sizden hiç kimse buna engel olamazdı. O (Kur’ân) takva sahipleri için bir öğüttür.” (Hâkka, 69/42­48) ayetlerini okudu. “Artık bundan sonra İslâm, kalbime her yönüyle oturdu” der Kur’an’ın etkisiyle alakalı. Evet Kur’anı Kerim bize göre esrarlı bir etki gücünün sahibidir ve adeta büyüler muhataplarını, hayran bırakır kendisine. İşte bizim için gizem olan hakiki manada Allah kelamı oluşundandır.


Rahmeti sonsuz Rabbim, bütün mü’minlere Kur’an’ın bereketini, hidayetini lûtfeylesin inşaallah.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.