İftiranın da bir haysiyeti olmalı değil mi?
Neredeyse üç aydan beri gözümüzü açtığımız her gün, yeni bir iftira, hakaret ve karalama kampanyasıyla karşı karşıya kaldık. Kampanya demem karalamanın çok organizeli, sistematik, bilinçli ve kurumsal olmasından. Bugün artık tamamen ortaya çıktığı haliyle “kime, neye hizmet ettiği ve hedefi belli olmayan” oligarşik bir takımın tezviratları, başbakanın, bakanların, milletvekillerinin, seksen civarında gazetecinin, gazetelerin, televizyonların elinde, dilinde, kaleminde, ekranında ete kemiğe bürünüp ve arzı endam ediyor.
Ömrüm boyunca duymadığım kadar hakareti, kötü sözü bu zaman diliminde duydum maalesef koca koca adamların ağzından. Bazen “yapmayın, etmeyin, söylemeyin” sesleri duyuldu, bu kadarı da “Gayretullah’a dokunur” dendi ama nafile. Kine, nefrete kilitlenmiş, gözü dönmüş güruh, küfürlerine saldırılarına devam ettiler ve ediyorlar. Nereye ve ne zamana kadar küfürlerini devam edeceklerini kestirmekte maalesef zor. Ben “gayretullah’a dokunur” demiyeceğim, zira Sünnetullah’ın ne şekilde tecelli edeceğini bilemem. Lakin gönlümün ve gönüllerin kırıldığını söylememin hakkım olduğunu zannediyorum. Bu kadar haksızlığa karşı ellerimi Hakk’a kaldırdığımıda. Nedir bunlar Allah aşkına; “çete, paralel devlet, örgüt, taşeron, hain, haşhaşi, virüs, ajan, müsvedde, inlerine gireceğiz, casus, maşa, sen kimsin sen ve daha nice, na seza – na beca sözler. Yaralanmaz mı gönüller, kırılmaz mı kalpler, ehli vicdan söylesin.
Peki kime söyleniyor bu sözler. Ömrü boyunca milletinin istikbali adına, hayatı kendine zehir eden bir gönül insanına. Sonra, onu sevip, onun ve milletinin idealleri uğruna kendini adayan hizmet gönüllülerine. Bir kaç yılda bir, binbir türlü zorlukla hasretini çektiği memleketine gidebilen, dönme vakti gelince ardında bir sürü gözü yaşlı insan bırakarak dönen, dönerkende “bu yolculuk insanlık için dostlar, biz gitmesek değerlerimizi kim pazara çıkaracak” diyerek, hıçkırıklarını boğazına düğümleyip, öylece dönen insanlara. Yaşadıkları beldelerin önemli işadamlarını, ülkemizde ticaret yapsınlar diye, siyasetçilerine ülkemizi tanıtmak için, akademisyenlerine, ülkemizle alakalı olumlu kanaatler oluştursunlar diye çalışan didinen, maddi ve manevi fedakarlıklarla onları Türkiye’ye götürenlere. Ülkesinin bütün renklerini bir arada tutma uğruna canhıraşane çalışan fedakarlara. “Eğer karşıma siz çıkmasaydınız, ben şu anda terörist olmuştum” diyen, binlerce vatansever genci yetiştiren hizmete karşı söyleniyor bütün bu çirkin sözler. Anlamıyorum, anlayamıyorum, anlayamıyacağım. Zira besin kaynağımız olan Risale-i Nurlarda ve Hocamızın eserlerinde bu tür ahlakın yeri yok, bizim ise zihin kodlarımızda bulunmaz bu tür yalan ve iftiralar.
Bu tür tezviratların kökeninde haset vardır, intikam duygusu vardır. Aslında iftira bilinçaltının bilinçyüzüne taşmasından başka bir şey değildir. Kendisinde var olan kötü hasletleri, başkasına atmak suretiyle rahatladığını zanneder zavallı müfteri. Halbuki hali, yandıkça bir yudum daha tuzlu su içenin durumundan farksızdır. Yandıkça biraz daha içer, içtikte artar yangını. Atılan her iftira, söylenen her yalan, çeker biraz daha gayyaya. Ve iftiracıya, hakkında iftira attığı eman vermedikçe, azaptan kurtulmakta mümkün olmayacaktır. (Ebu Davut) ne kadar manidar bir mukabele takdir buyurmuş Yaradan değil mi? Kurtuluşun, iftira attığın insanın elinden olacak olması.
Evet her iftira, müfterinin bilinçaltının dışa yansımasıdır. “Yıllarca bastırdığı duygularını, gizlediği suçlarını, günahlarını, hırslarını ve hayallerini yansıtır” der psikolog N. Goncagül müfteri için. İç dışın aynasıdır demişler atalarımız. Kişinin içinde ne varsa onu sızdırır dışarıya. Kin ve nefret beslediği veya haset ettiği kimsede görmek ister iftiracı kendi içinde gizlediği bütün eracifi. Ortak arar pisliklerine gizli gizli. Hem o bir yönüylede hayalperesttir. İçindeki ihanetleri, çirkinlikleri hayal eder önce ve sonra da muhatabına yakıştırmaya çalışır.
İftiradan maksat evvela suçluluk psikolojisinden kurtulmaktır. Sonra temizliğinden, dürüstlüğünden, doğruluğundan korktuğu kimseyi etkisizleştirerek onu da pasifize etmek ister. Müfteri korkusundan yapar bunu, zira tertemiz ve dosdoğru olanlar karşısında hep ezik, siliktir ve bir günde onların eliyle temizleneceğini düşünür. Öyleyse onlarda karalanmalı, kirletilmeli ve itibarsızlaştırılmalıdır.
İşte bundandır ki iftira ve yalan dinimizce tezyif edilmiş ve yasaklanmıştır. “İftira Allah karşısında çok büyük bir suçtur” buyurur Er-hamür-Rahimin. “İftira edenler Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır” (Nahl 105) diye uyarır ayrıca. Ama anlayabilene, duyabilene, hissedebilene.
İftiranın kıymeti varmıdır? Bazan izi kalır badanada, duvarda. Ama üzerine düştüğü şey altın ve elmas ise hiç tesiri olmaz çamurun. Akar gider su ile saf altın kalır olduğu gibi. Ve iftiracı eninde sonunda kendi iftira bataklığında yok olur gider.
Bizim asıl derdimiz ise çölün ortasında vaha diye yüzünü gördüğümüz, bozkırlarda yanımızda hissedip, yanında olmanın hayalini kurduğumuz, buzullarda nefesini hissedip donmaktan kurtulduğumuz, limanımız, koruyucumuz, sevdamız Hocamızın bu iftiralar karşısında üzülmesi, dilgir olması. Akın Bey gibi hepimiz için O’nun bir tebessümüne her şey feda…
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment