Kâbe yönetimi Diyanet’in elinde olsaydı…
“What if” bir kavram İngilizcede. Sadece kavram da değil; özellikle tarih bölümlerinde “what if!”i merkeze alan müstakil dersler var. “Şöyle olsaydı nasıl olurdu?”, “Böyle olsaydı sonuç ne olur, tarih nasıl şekillenirdi?” sorusunun cevabının arandığı bir metot bu.
Günümüzde think-tank kuruluşlarında, büyük devletlerin iç-dış politikaları belirlenirken buna yakın hayalî senaryolar üzerinden fikir yürütmelerinin olduğunu biliyoruz. Muhtemellere vâki kılıfı giydirilerek muhtemeller sayısınca ikişer-üçer kişilik takımlar oluşturup tartışmalar yapılır. Aynıyla olmasa da benzer bir yaklaşımı füruu fıkıhta Hanefiler sergilemişler. “E raeyte..” ile başlayan cümlelerle hayal güçlerini kullanmış, farazi hadiseler icat ederek onlara hüküm arayışı içine girmişler.
Diyanet’in STV’ye iftar programı için geçici stüdyo kurmasına izin vermemesi ve organizatörlüğünü yaptığı kitap satış fuarından Kaynak Yayınları’na hayır demesi nedense benim aklıma ilk paragrafta anlattığım şeyleri getirdi ve kendi kendime “what if, e raeyte..” dedim, muhtemele vâki kılıfı giydirip ne olacağını tahmine durdum. Kendime sorduğum soru şu: “Ya Kâbe Diyanet’in idari kontrolü altında olsaydı?” Ciddiyim. Şaka yapmıyorum. Ya Kâbe’nin idari kontrolü Diyanet’in altında olsaydı, oraya ibadet etmek için gelenlerin meşrep kimliklerini ister miydi? Mesela şunu yaparlar mıydı; sen Fethullah Gülen Hocaefendi’yi seven birisin; Hizmet hareketinin faaliyetlerine destek veriyorsun; öyleyse sen Kâbe’ye girmezsin” deyip engel olurlar mıydı?
STV ve Kaynak’a izin verilmemesinden hareketle Kâbe ekseninde sorduğum soru, bazılarının yaptığı gibi gülüp geçilecek, “aman canım sen de!” aymazlığı ve umursamazlığı ile geçiştirilecek bir hadise değil. Mesele ciddidir beyler! Büyük bir zihniyet sorunu ile karşı karşıyayız. Sırtlarında peygamber cübbesi ve yüzlerine baktığınızda sakalları ile nuranî yüzleri ile insana ruhanî ve ulvî şeyler hatırlatan, dinî ilimler alanındaki çalışmaları ile belli bir yere ve unvana sahip kişiler alıyor bu kararları. Ya da perde arkasından birileri bu kararları veriyor, onlar da sorgusuz-sualsiz uygulamaya koyuyorlar. Her iki halde de yazık. Hem de çok yazık. Bir mübarek Ramazan başlangıcında Diyanet eliyle bu ayrımcılığın yapılması, kamplaşmaya odun taşınması, gerçekten çok yazık. Mesele siyaseten düşman ilan etmiş olduğunuz Müslümanları cami avlusundan kovmaya kadar geldiyse, gün gelir caminin iç kapısına da dayanır, yanlışlıkla girenler de dışarı çıkartılır. Allah’ın evinde Allah’ın isminin zikredilmesini men etme! Ne hazin bir son Allah’ım!
Diyanet yetkililerine soruyorum; sırada ne var? Bundan sonraki hamleniz ne olacak? “What if” veya “e raeyte?” diyerek düşünmediyseniz ben birkaç soru ile yardımcı olayım; cami girişlerinde kimlik sorabilir ve Hizmet hareketine mensup kişileri camiye almayabilirsiniz. İbadete gelmiş insanların hangi cemaate mensup olduğunu nereden bileceğiz derseniz; siyasi yetkililer ya her bir insana bizatihi sorarak ya da istihbarat faaliyetleri ile insanların hangi cemaate mensup olduğunu tespit ederek herkese cemaat kimliği verme ve yanında taşımayı kanunen zorunlu hale getirebilir. Kanunen mümkün ama hukuken uygun değil diyorsanız; o zaman kadınları başörtüsü şekillerinden, erkekleri de badem bıyıklarından, ceplerinde taşıdıkları namaz takkesinin renginden vb. birtakım ayırt edici unsurları kullanabilirsiniz? Zihnimin takıldığı ve bir türlü cevap bulamadığı soru; çocuklar? Onlar nasıl yapılacak? Onu da artık siz bulun.
Hayır, mesele ciddi hem de çok ciddi. Bu pervasız gidişatın bizleri götüreceği yer cami önlerinde kimlik sormaya kadar uzanır. Daha ötesine de varır ama dua olur endişesiyle onu zikretmiyorum. İslam tarihine bu gözle bakın isterseniz; o tarihî süreçte devletin devreye girmesiyle Müslümanların birbirleriyle münasebette geldikleri yere bakın; dua olur endişesini taşıdığım yaşanmış manzaraları kendi gözlerinizle görün.
Yarın sular durulup Diyanet’in devlet içindeki kurumsal pozisyonunun tartışılacağı zeminde “iyi ki Diyanet böyle davranmış” diyeceğiz ana fikri etrafında bir yazı yazmış ve örnekler vermiştim. Bu iki karar benim vicdanımı sızlatsa, yüreğimi acıtsa da düşüncemi pekiştirdi. Aynı yerde duruyorum; bu örnekler yakın bir gelecekte Diyanet’in meşruiyeti ve yapısal konumu üzerinde yapılacak tartışmaların müşahhas malzemeleri. Ne diyeyim; nısfet ve hakkaniyet duygularını kaybedenlere Allah insaf verir mi bilmem ama ben duadan dur olmayayım; Allah insaf versin!
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment