‘Çıktım erik dalına!’
7 Haziran seçimlerinin üzerinden iki gün geçti. Herkes gibi biz de Hocaefendi’nin genel düşüncelerini ve özellikle kamuoyuna vereceği mesajları bekliyoruz.
Seçimlerde cemaatin iktidar partisi tarafından bir rakip gibi gösterilmesi, mitinglerde 17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarından bu yana hız kesmeden devam eden yalanlara, iftiralara yenilerinin ilave edilmesi ve her pazartesi yenilenen Bam Teli’nde seçimlerden önce yapılan bir sohbetin “Gülen’in seçim değerlendirmesi” diye algılanması, bizim beklentimizi tetikleyen unsurlar.
Son söyleyeceğim sözü hemen kaydedeyim. Hocaefendi, kamuoyuna açık bu ilk sohbetinde seçimle alakalı kelime-i vahide etmedi. Adım adım izah edeyim. Öğle sonrası iç salonda oturuyoruz. Salon ağzına kadar hınca hınç dolu. İki kişiye imzalayacağı kitaplarla alakalı konuşuyor. Latin harfleri ile mi Osmanlı alfabesi ile mi yazayım diye soruyor muhatabına. Yıllardan beri kaçıncı duyuşum bu soruyu. 4-5 satırlık kitap imzalarında muhatabına mesaj vermenin yanında, onların konum ve seviyelerini de nazara alır.
Yeri gelmişken, Hocaefendi’nin imzaladığı kitaplardaki 4’er-5’er satırlık yazılan cümleleri toplasanız öyle inanıyorum ki bir değil, birkaç kitap eder. Keşke birileri böyle bir şey yapsa. Bir web sayfası açılsa mesela. Hocaefendi’den imzalı kitap sahibi olanlar, o satırları isimlerini çıkartarak web’e yüklese. Teknoloji dünyasında zor bir iş değil bu. Orada cem edilen malzemeler iyi bir tasnif ve dizayn çalışması sonucu kitaplaştırılsa. İnanıyorum, bugün olmasa yarın birileri mutlaka yapacak bunu. Detay diyebilirsiniz. Haklısınız detay ama hem nezaketini izhar hem de örneklik teşkil etmesi açısından tarihe mal etmek için yazdım bu detayı.
İkindi sonrası 10-15 dakika nefes almak için oturdu salonda. Ben Hocaefendi namına nefes alma diyorum bu türlü beraberliklere. Bir binanın içinde, dört duvar arasında ve yıllar boyu. Dile kolay. Oturur oturmaz istiğfardan söz açtı. “Nâhoş olan amellerimiz” diye başladı, düşüncelerimizle devam etti, hayallerimizle noktaladı. Bediüzzaman Hazretleri’nin “tahayyül, tasavvur, taakkul, iz’an, iltizam ve itikat” tasnifine uygundu yaptığı sıralama. Cümlenin yüklemi önemli ama. Yüklem şu; “İşte bütün bunlara günde 1000 defa estağfirullah desek azdır ve bunu demek Allah’ın hakkı, bizim de vazifemizdir.”
İstiğfarla açtığı kapıyı araladı sohbetin devam eden dakikalarında. Tevbe dedi, inâbe dedi, evbe dedi ve sözü tahmin edeceğiniz gibi Efendimiz’e (sas) getirdi. “Her anını dua ile geçirme, Nebiler Serveri’ne layık ümmet olmanın tezahürlerinden biridir” diye özetleyebileceğim değerlendirmelerde bulundu ve duaların kabule karîn olduğu ân-ı seyyâlenin ancak bu şekilde yaşanan hayatla yakalanabileceğinin altını çizdi. Verdiği misallerle ağladı ve ağlattı. Kesik kesik aldığım notlar arasında dikkatimi en çok çeken ve daha not alırken büyük harflerle defterime yazdığım mesajı şu oldu: “Keşke kimin arkasında olduğumuzu bilseydik!..” Derinlerden derin bir teessür var burada. Bir inkisar var. Bir sitem var. Bir hedef var. Evet; keşke Hz. Muhammed’e ümmet olduğumuzun şuurunda olsaydık. Olsaydık, âlem-i İslam böyle mi olurdu? Olsaydık, yüzde 99’u Müslüman denen ülkemiz siyasi, iktisadi, içtimai, ahlaki ve benzeri alanlarda böyle mi olurdu? Olsaydık, olsaydık… Olsaydık diye başlayıp daha yüzlerce şey sıralayabilirim. Keşke olsaydık!..
Ne aradığını biliyor musun?
Sohbet bitti. Düşündüm. Beklentimiz neydi, anlatılanlar nelerdi diye. Neticeyi söylemiştim yukarıda, ilavesini de burada yapayım; ufkunu konuşturdu. Yüz yüze olduğumuz asırlık problemlerin bir seçim ile çözülemeyeceğini söyledi. Siyaseti bütünüyle dışlamak manasına gelmemekle beraber problemin ana kaynağına temas etti. Muhasebe dedi, murakabe dedi, Allah ile irtibat dedi, değişmeyen ve kıyamete kadar da değişmeyecek olan evrensel değer ve ilkelere sahip çıkmadan bahsetti. Bana göre, seçim ve sonuçları hakkında hiç konuşmayarak seçim değerlendirmesi yaptı.
Buradan bakınca Yunus Emre’yi hatırlamamak mümkün mü? Edebiyatçıların şathiye adını verdiği dizelerini hatırladım şimdi. “Çıktım erik dalına, ânda yedim üzümü.” Sathî bir bakış, bu mısrayı okuyunca erik dalında üzümün ne işi var der. Fakat derinlemesine bir bakış farklı şeyler söyler. Zaten onun için şathiye denilmiş bu tür metinlere edebiyatta. Şathiye, anlaşılması ancak yorumla mümkün olan edebi metinlere verilen isimdir. Niyazi Mısri’nin bile şerh yaptığı bu şathiyede aslında Yunus’un mesajı ehline açıktır; ne arıyorsun ve nerede arıyorsun. Hocaefendi’nin sohbetini düşünürken bence işte bu şathiye misali aradığınızı başka yerde aramalısınız diyordu. Ne aradığınızı biliyorsanız nerede aradığınızı da bilmek zorundasınız. Aksi halde emeklerinizin bütünü zayi olur.
Nitekim 5-10 dakika da iç salonda oturdu bazı misafirlerle beraber. Kadim dostlar. Eski arkadaşlar. Can yoldaşlar. Vefaları ve istikametleri ile sadece bugüne değil, geleceğe de örnek olan şahsiyetler var aralarında. Onları öyle görünce: “Kıdem ölçüsünde Allah ile irtibat” diye söze başladı. “Sorumluluk ölçüsünde Allah ile irtibat” demişti daha önceleri. Şimdi daha farklı bir perspektif aralığından girdi içeri. “Kıdemini marifetle taçlandırmazsa bir insan, melekler ona ‘yazık’ der” dedi. “Bunca zaman, içinde olup da dışarıdakiler seviyesinde yer alınca ‘yazık’ der melekler.” diye ilave etti. “Onbaşı olarak girdin ama hâlâ çavuş bile olamadın derler” dedi. Esved b. Yezid’den, Alkame’den, İbrahim Nehai’den ve tabii ki İmam-ı Azam Ebu Hanife’den bahsetti. Hel min mezid ufkunda yaşayan bu devâsâ kâmetlerin hayatlarından Allah ile irtibat adına zihinlerimize nakşolan ama bir türlü hayatlarımıza hayat kılamadığımız örnekleri yeniden anlattı. Bu fasıldaki son cümlesi çok önemliydi: “Allah ahirette herkesin mir’ât-i ruhuna göre tecelli edecek.” dedi.
Zihnim bu konuşulanları değerlendirmek ve bir yere oturmak, kalemim de anlatılanları not almaya çalışırken sözün Hira ve Sevr sultanlığına geldiğini duydum. “Var mı aranızdan Hira’ya, Sevr’e çıkan?” diyordu. Meğer ki Efendimiz’in (sas) mesajının geniş kitlelere anlatılmasında sanatın nasıl kullanılabileceği ve bu bağlamda Hira’nın, Sevr’in nasıl sunulması gerektiği hakkında düşüncelerini açıklamaya geçmiş.
Yerim bitti. Onları da bir başka zaman paylaşırım. Ama Yunus Emre’nin ilk mısraını sunduğum o şathiyyesini bütünüyle okumanızı istiyorum. Belki birileri merak eder de bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu günümüzde şathiyenin derinliklerini öğrenir.
“Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyup, der ne yersin kozumu
Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana, bandım verdim özünü
İplik verdim çulhaya, sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar, gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın, kırk kağnıya yüklettim
Kırk çift dahi çekmedi, şöyle kaldı yazılı
Bir sinek bir kartalı, salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim, elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım, göyündürdü özümü
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öğlelik yere düştü, bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış, zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş, bak a şunun sözünü
Gözsüze çu el eyledim, sağır sözüm anladı
Dilsiz çağırıp söyler, dilimdeki sözümü
Bir öküz boğazladım, kakladım sere kodum
Öküz ıssı geldi eydür, boğazladın kazımı
Anda da kurtulmadım, nidesimi bilmedim
Bir çerçi de geldi eydür, kanı aldın gözgümü
Gördüm kaplubağayı, yanın seğirdüpdür gider
Sordum kanda gidersin, Kayseriyedir azimi
Yunus bir söz söylemiş, hiç bir söze benzemez
Münafıklar elinden, örttü mana yüzünü.”
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment