Kalp ve zihinler hazırlanırken…
80’li yılların ortasında Fethullah Gülen Hocaefendi ile bir apartman dairesinde kalıyoruz. Hepi topu 10 kişi ya varız ya da yokuz.
Sohbet üzerine kurulu misyonunun gereğini yerine getiriyor her daim. Sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı namazları sonrası hemen her gün kısa veya uzun sohbetini dinliyoruz. Söylesem “Bu da mı sorulur, ayıp etmişsiniz” diyeceğiniz ne sorular soruyoruz. Bıkmadan, usanmadan, yüksünmeden, tahfif etmeden cevaplar veriyor. Şimdi anlıyorum ki aslında o soruları anlatmak istediği şeylere girizgah olarak kullanıyormuş. Kur’ânî metod, Nebevî usul’dür bu. Bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. İnanmıyorsanız; “Sana ay’dan (hilal) soruyorlar” ayetinin devamını okuyun. Ne demek istediğim daha net anlaşılır.
Bu sohbetler esnasında benim en çok dikkatimi çeken şey; Allah’ın Efendimiz’e (sas) emir buyurduğu şu dua ayetini çok sık tekrar etmesiydi: “Ya Rabbî, Sen bizi affet, Sen bize merhamet et. Zira merhamet edenlerin en hayırlısı Sensin, Sen!” Müminun Sûresi’nin son ayeti bu. Neden bu dua ve neden Allah Habibi’ne emrediyor sorularının cevabı, ayetlerin öncesini ve yapılan yorumları okumaya bağlı. İsteyenler tefsirlere müracaat edebilir. Hâlâ devam ediyor Hocaefendi bu duayı okumaya. Mübalağa etmemek için günde onlarca defa diyeyim fakat hakikat-i halde çok daha fazla. Sanki nefes alıyor bu ayetle. Hava gibi, su gibi tabii bir ihtiyaç malzemesi sanki bu dua onun hayatında.
BİR KURTULUŞ VESİLESİ
Son günlerde buna yeni bir şey daha ilave etti Hocaefendi; “Ya Rabbena! Tahhir kulûbenâ ve neccinâ.” Manası “Ey Rabb’imiz! Kalplerimizi temizle ve bizi kurtuluşa eriştir.” Tekil kipini çoğul olarak değiştirmenin dışında kelimesi kelimesine Efendimiz’in (sas) duası bu. Daha başkaları da var. Fakat benim dikkatimi çeken bu dua oldu. Çünkü duayı muhteva itibarıyla içinde yaşadığımız ifritten sürecin biteceği günler için verdiği af mesajları ile birlikte düşündüm. Müthiş bir uyum var ikisi arasında. Ama aynı zamanda bir endişe de gizli sanki. Belki farklı düşünenler için bu endişe. Onun için kalplerin ve zihinlerin o günlere hazır edilmesi gerekiyor. Bunun da iki ayağı var; biri maddi, diğeri manevi. Maddi olanı, bizim iradelerimize ve iradi olarak yapacağımız tercihlerimize bakıyor; manevi olanı ise Allah’ın takdirine bakıyor. Dikkatimi çekmesi de zaten bu yüzden.
Mesela sohbetinin sonunda “Kalplerimizi temizle ve bizi kurtuluşa eriştir.” duasını ettiği bir faslı aktarayım. Öğle sonrası iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda az insanın olduğu bir zeminde oturuyoruz. Her zamanki gibi hüznü tefekkürle buluşturmuş vaziyette. “Fevkaladeden bir inayet olmazsa huzurun yakalanması çok zor ülkemizde.” diyerek söze başlıyor. Bu cümle zaten anlatıyor her şeyi; hüznü, tefekkürü, derdi, dermanı. “Bazen haset ve rekabet duygusu Müslümanlara kâfirin yaptırmadığını yaptırır.” Yeni bir tespit değil bu. Hatta kelime kelime, hece hece, harf harf bu cümle de yeni değil. Şimdiye kadar defalarca söyledi bunu Bamteli ve Herkül Nağme’de yayınlanan sohbetlerinde.
Daha ötesi, 2012 yılında bir vesile ile Türkiye’nin belli merkezlerinde yapacağım konferanslar öncesi söylemişti bunu bana. ‘Ne anlatacağım oralarda?’ dediğimde bana “bazen” kelimesini ilave etmemi isteyerek “Bazen Müslümanların haset ve rekabeti kâfirin yaptırmadığını onlara yaptırır.” demişti. Ben de bu ana düşüncenin altını İslam tarihinden örneklerle doldurmuş, özellikle siyaset arenası ile irtibatlı zulüm örneklerini arka arkasına sıralayarak anlatmıştım verdiğim konferanslarda.
Devam edeyim: “Küfür devam edebilir ama zulüm etmez. Miadını kimse belirleyemez ama tarih boyunca hiçbir zalim payidar olmamıştır ve olmaz. Bin defa hacca gitse de olmaz.” Ve ardından o dua cümlesi: “Kalplerimizi temizle ve bizi kurtuluşa eriştir.”
Şimdi de başa döneyim. Söze şöyle başlamıştı: “Şartların ve imkanların elverdiği ölçüde hizmete devam etmek gerek. Bu tenkil uygulamaları karşısında insanlar elbette duyarlılıkları ölçüsünde sarsıntı yaşayabilirler. Fakat önemli olan hiçbir şey olmamış gibi tavır sergilememektir. ‘Bu yolda yürünür dedik ve yürüdük’ demeliler, yürümeye de devam etmeliler. Kuvve-i maneviye medar olacak bu tavır insana çok sevap kazandırdığı gibi nezd-i uluhiyette çok hora geçer.”
YAŞANANLARIN ZAHİRİ SEBEPLERİ
Şartların ve imkanların elverdiği ölçüde dediği şey, zahiri sebeplere riayet demektir. Tabiat-i beşere ve kevnî kanunlara muhalefet etmeden, Allah’ın lütuf ve ihsanının bu sebeplere riayet etmekle tecelli edeceğini bilerek hareket etme. Temkin, teyakkuz, şeffafiyet, tedbir ve daha nice kavramlar. Efendimiz’in (sas) dilinde “uyûn-u sâhire” kavramı ile kendine yer bulan şeyler. Dünya gerçeklerine gözlerimizi kapamadan; perde önüyle var olanı bilerek perde arkasını da tarihi malzemelerden hareketle tahminlerde bulunarak tavır alma.
Bu sözler beni dönemin rejiminden çok çekmiş Süleyman Efendi Hazretleri’nin bir vecizesini hatırlattı: “Dünya umurunu bilmeyen ârif billah olamaz.” Sehl-i mümteni bir üslupla dile getirilen küllî bir hakikat bu. Düşünce kuruluşlarından danışmanlar kadrosuna kadar her şeye anlam kazandırabileceğiniz bir değerlendirme. Kendisi de öyle yapmamış mı? Sistemin hışmına uğramasına rağmen, sistemle hiç kavga etmeden uzun vadede neticesi alınacak çalışmalara imza atmış Süleyman Efendi Hazretleri. Tıpkı Bediüzzaman Hazretleri gibi. Tıpkı kendi dönemindeki şair ulema gibi.
“Şunu gördük bu süreçte; bir zamanlar peygamberle taşınan bu mukaddes emanet, herkesin taşıyacağı emanet değilmiş.” Daha önce de demişti bunu. “Milyon dolarlar harcasaydık, üniversitelerde onlarca master-doktora yapsaydık öğrenemezdik bu dönemde öğrendiklerimizi. Çıkartamazdık kimin hakiki dost ve dava adamı olduğunu ve kimin olmadığını!” El-hak doğru söylüyor. En genel ve en geniş manada insanlığa hizmet etmek Peygamberlerin ümmetlerine bıraktıkları en kutsal emanet. Hele bu bizim Efendimiz (sas) olursa. Çünkü O bütün insanlığa rahmet olarak gelmiş, evrensel ve tarih-üstü mesajları ile herkese hitap eden ve kıyamete kadar da hitap edecek Nebi. O’nun arkasında yer alan ve mirasını koruma ve kendilerinden sonra geleceklere devir edecek olanların da aynı kulvarda yol alması gerekmez mi?
İşte zahiri esbap derken buna işaret ediyor Hocaefendi. Uluslararası Dil ve Kültür Festivali’ni misal verdi orada. Dün Türkçe Olimpiyatları denirken bugün Dil ve Kültür Festivali denilmesi bile cemaatten harekete evrilen, yerelden evrensele koşan bir anlayışın değişimini gösteren bir delilidir aslında. Nitekim müstakil bir yazı da kaleme aldım bu konuda.
“Geçen seneler Türkiye’de, şimdilerde tüm dünyada. Geçen sene 5-6 dünya ülkesinde bu sene 20 ayrı ülkede ve seneye nasip olursa, Allah’ın muradını yar ederse 40 yerde.”
Hocaefendi ile 5-10 dakika oturacaksınız da onun ağzında dua, Allah ile irtibat duymayacaksınız, olacak şey değil. Ben tam ne zaman buna girecek diye düşünürken, sözü oraya getirdi her zamanki gibi. Aktaracağım cümleleri söyledi ve odasına geçti: “Şu an balık tarafından yutulan insanın duyduğu cendereden daha ağır bir cendere içinde hissediyorum kendimi. Ama olsun. Sebeplere riayet ve sebepler üstü müracaatın adı olan duaya kendimizi salmamız lazım. Dualarımızı umumileştirelim. Bütün Müslümanları, mağdurları, mazlumları içine alacak şekilde ta’mim edelim. Hatta size yok etmek isteyenlere bile Efendimiz’in (sas) duasından mülhem, “Allah’ım! Onları da bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar” diyelim.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment