Maide 33, tehcire delil olamaz

1915 Ermeni tehciri meselesinin düne, bugüne ve yarına bakan tarihi, siyasi, iktisadi, coğrafi, ahlaki ve dini boyutları var.

Herkesin üzerinde hemfikir olduğu bu boyutlarda var olan bilgiler, düşünceler ve kanaatler birbirinden farklı. Eşyanın tabiatı deyip baştan normal karşılayabileceğimiz bir husus bu aslında. Ama maalesef gerçekler öyle değil. Eşyanın tabiatı olan düşünce ve kanaatlerin kaynağı olan bilgiler o kadar farklı ki bu düşünceler ve kanaatler bir asırdır ortak bir noktada buluşamıyor. Halbuki mezkur bilgiler ne kadar farklı olursa olsun, asgari seviyede herkesin kabullendiği bilgiler var, rakamlar var ve onlar bizleri ortak bir paydada buluşturabilir. İnsani, vicdani, ahlaki bir paydadan söz ediyorum. Devlet eliyle öldürülen, zulmen asırlardır yaşadıkları topraklardan edilen, tarihi, kültürü ve geleceği yok edilen yüz binlerce insandan söz ediyoruz. Bunu derken sakın ola ki bu tehcir öncesi ve sonrasında öldürülen, mal ve mülkleri talan edilen Müslümanları unuttuğum düşünülmesin.

1915 tehcir kararının 100. yılı münasebetiyle basın yayında ciddi bir hareketlenme var. İlgili-ilgisiz, yetkili-yetkisiz, bilgili-bilgisiz hemen herkesin konuştuğu bir ortam. Özellikle Twitter ortamında 140 karakterle çerçevelenmiş düşünce platformuna bakınca konuşmayan yok. Bu durum iyi mi kötü mü? Nereden baktığınıza bağlı ve tartışılabilir bir mevzu. Ama gönül ister ki en azından ölenlerin hatırasına saygısızlık etmemek için kulaktan dolma bilgilerle değil de ayakları yere basan, en azından soykırım iddiası ya da soykırımı inkar safında yer alan kesimlerin ortaklaşa kabullendikleri çalışmaları okuyup öyle konuşsalar. Mesela Şahin Alpay’ın “Osmanlı Ermenilerine ne oldu? sorusu etrafındaki tartışmaların bundan böyle Lewy’nin kitabını dikkate almaksızın sürdürülebileceğini sanmıyorum.” dediği; Kemal Karpat’ın “Ermeni meselesi konusunda şimdiye kadar yazılmış en tarafsız, gerçekleri olduğu gibi aksettiren önemli bir kitap.” diye tanımladığı Guenter Lewy’nin “1915 Osmanlı Ermenilerine Ne Oldu? Çarpıtılan-Değiştirilen Tarih” kitabını okusalar.

Ben ilgi alanım itibarıyla meseleye dini ve İslam hukuku açısından bakıyorum. Dolayısıyla sair alanlarda yazmayı hem kendime hem de ilim ve uzmanlığa saygı anlayışıma bir hakaret olarak görürüm. Genel okumalarıma ilave olarak son bir hafta içinde konu ile alâkalı yazılanları ve konuşulanları okudum, dinledim ve izledim. Bu bağlamda oldukça yüksek bir sesle dile getirilen, izleyici kitlesi ne kadardır bilmemekle beraber TV ekranlarına ve bir gazetenin manşetine konu yapılan Maide Suresi 33. ayetten hareketle yapılan yorum benim radarıma takıldı. Söz konusu yorumu yapan, içinde yaşadığımız süreçte din alimine yakışır bir dik duruş sergileyen ve bu tavrını takdirle karşıladığım bir Hocaefendi oldu. Ama takdirim söz konusu yorumu konusunda susmamı gerektirmez. Bu benim hakikate karşı olan bakışıma ve ilmin namusu anlayışıma muhalif. Çünkü kanaatime göre o ayetten hareketle dile getirilen yorumlar yanlış. Daha doğrusu sohbeti bütünlük içinde ele aldığımız zaman doğrularla-yanlışlar iç içe. Üslup başlı başına ele alınması gerekli bir mevzu. İsterseniz hiç girmeyelim.

Radarıma takılan ve yanlış dediğim şey ayetin tehcire delil gösterilmesi. Söylenen kelimesi kelimesine şu: “Ermeniler ülkemizde zulüm yaptığı için ecdadımız da Allah’ın bu emrini uygulamıştır. Soykırım değil tehcir yapılmıştır.” Üç madde halinde düşüncelerimi kaydedeyim.

1- Herhangi bir ayete doğru mana verme -lafzî tercümeyi kastetmiyorum- ayeti siyak-sibak münasebeti, esbab-ı nüzulü, nasih-mensuh, racih-mercuh ve benzeri usul kaidelerine göre Kur’an bütünlüğü içindeki yeri, Efendimiz’in (sas) varsa o ayetle alâkalı beyan ve/ya uygulaması ve nihayet tarihi süreçteki ulemanın yorumlarına bakmakla mümkün olur. Bunlara sırasıyla müracaat edilmeden ayetin zahiri manasından hareketle yorumlar yapma kelimenin en hafifiyle söyleyeyim “Kur’an’ı re’y ile tefsir” kategorisi içine girer. Ankara İlahiyat talebeliği yıllarımızda çok sık karşılaştığımız -ki bazıları sınıf arkadaşımızdı- kendilerine “mealciler” denen grubun yaptığı bundan ibaretti. Hayır, ayete temas etmeyeceğim, isteyenler tefsirlere müracaat edebilir; ben burada usul yanlışlığına işaret etmek istiyorum ki böyle usulsüz bir yaklaşımdan Kur’an’ın ruhuna uygun bir yorum çıkmaz, çıkamaz.

Suç ve cezada şahsilik

2- Gerek ayet ve gerekse hadis-i şeriflerden mülhem olarak ortaya konan en temel kaidedir; suç ve cezada şahsilik esastır. Sadece İslam değil, diğer dinlerde de ve dün-bugün cari olan bütün hukuk sistemlerinde de aynı kaide geçerlidir. Kur’an’ın “Kimse kimsenin günahını üstlenemez” ayeti ile anlattığı hakikatin hukuk dilindeki ifadesidir bu. Şöyle de tercüme edebilirsiniz: “Kimse kimsenin suçunu üstlenemez.” Daha net ve daha somut olması için bir misal üzerinden şunu diyebilirim: “Baba oğlunun suçundan dolayı suçlanamaz, yargılanamaz, cezalandırılamaz.” Burada Mecelle’ye madde olmuş masumiyet karinesi olarak anılan kaideyi de hatırlatalım: “Beraet-i zimmet asıldır.” Yani her insan suçluluğu ispat edilinceye kadar masumdur, suçsuzdur.

İmdi, 1915 öncesi Osmanlı topraklarında yaşanan ve bir kısım Ermenilerin devlete karşı suç teşkil edecek eylemler içine girmesi, suçun tespiti ile birlikte suçlu olan insanların cezalandırılmasını gerektirir; suçsuz olanların değil. Söz gelimi Van’da o suça bulaşan kişilerle aynı ırka mensup diye masum İzmit’teki bir Ermeni’yi cezalandırmak hiçbir hukuki kaide ile açıklanamaz ve izah edilemez. Bu hakikati teslim ettikten sonra, eğer “o savaş ortamında çeşitli nedenlerle bir ırkın toptan sürgününe karar verilmiştir” deniliyorsa, bu siyasi bir karardır ve bu siyasi karar Maide Suresi 33. ayeti ile temellendirilemez.

Rahat olmamız gerekir

3- Daha genel bir yaklaşım; madem kimse kimsenin günahını üstlenemez. Madem peygamberler hariç hiç kimse hatadan masum ve masun değildir. Öyleyse bizim bu ve benzeri meselelerde çok daha rahat olmamız gerekmez mi? Ecdadı sevmek, ona saygı göstermek, yapılan yanlışları müdafaa etmeyi gerektirir mi? Yanlış kim yaparsa yapsın yanlıştır. Eğer sözü edilen şeyin yanlışlığı bir şekilde tespit edildiyse, o yanlışı müdafaa etme ayrı bir yanlış ve daha kötüsü o yanlışa ortak olma manasına gelmez mi? Aynı süreçte bazı Ermenilerin yanlış yapması, bizim yanlış yapmamızı gerektirir mi? Efendimiz (sas) böyle mi yapmış? Kendisine ve inananlara karşı her türlü zulmü yapanlara, güç ve fırsat eline geçtiği zaman intikam duygusuyla hareket edip aynıyla mukabelede bulunmuş mu?

Daha önce çeşitli vesilelerle ifade ettiğim klişe bir cümleyi yeniden hatırlatayım; tarihi kutsamamak ve inanç alanı haline getirmemek lazım. Çünkü tarih, adı üzerinde tarihtir, inancın söz konusu olduğu din değil. Dolayısıyla yanlış tespit edilmişse onu bir inancı müdafaa eder tarzda müdafaaya yeltenmeyip temel hak ve özgürlükler ya da tabii hukuk bağlamında değerlendirmeli, ulusal ya da uluslararası bağlayıcılığı olan kaide ve kuralların gereğine göre davranmalı ve bizim veya muhataplarımız açısından bir mana ifade edecekse insani, vicdani, ahlaki ve dini hasletlerin gereği olarak özür dilemeyi kaçılacak değil koşulacak bir hedef olarak kabullenmeliyiz.

Rahat olmak lazım dedim. Bir misalle bitireyim. Boston’da gazetecilik dalında yüksek lisans yapan bir Alman’ın yer aldığı sınıfta birkaç Yahudi de vardır. Sezon boyunca her fırsatta Yahudiler Nazilerin yaptığı Yahudi soykırımından bahis açarlar. Bir gün Alman öğrenci dayanamaz ve şunu söyler: “Yeter be! Vallahi ben bir tane Yahudi öldürmedim. Billahi babam da öldürmedi. Öldürdüyse dedem öldürmüş olabilir. Ondan da benim haberim yok, öldürmesine de asla rızam yok.” Aynı misali farklı formasyonları herkes kullanabilir.

Dikkat ederseniz; meseleye sadece tehcir kararı haklılığının bir ayetle temellendirilmeye çalışılmasındaki yanlışlığa işaret etmeye çalıştım. Hadisenin başka boyutları da var. Bu boyutların bütün netliği ile ortaya çıkması en başta tarihçileri ve siyasetçileri alakadar ediyor. Sadece onlara mı? Elbette değil. Sivil topluma, entelektüellere, aydınlara, özgür ve bağımsız üniversitelere, kanaat önderlerine ve elbette din adamlarına bu bağlamda çok büyük işler düşüyor. İnkar politikası ile 100 yıldır bir yere varılamadığı ortada. Dolayısıyla artık kim devreye girecekse girsin, ne türlü arşivler açılacaksa açılsın, nasıl çalışmalar yapılacaksa yapılsın ve mesele somut verilere dayalı, objektif, makul ve vicdanlı insanların kabul edebileceği bir seviyede ortaya konsun. Tarihi, tarihi olduğu kadar da insani ve vicdani olan bu konu taassupların, inatların, fetişist yaklaşımların konusu olmaktan çıksın.

 

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.