Hayber’in kale kapısı
İslam başta olmak üzere, bütün dinlere göre ferdi veya içtimai planda başa gelen musibetlerle İlahi ikaz arasında direkt bağlantı var.
Her işinde bizler görmesek de, anlamasak da bin bir hikmet nümâyân olan Allah, insanı başıboş bırakmadığını bizzat kendi ayetiyle beyan buyuruyor. “İnsan, (yaratıldıktan sonra) kendisinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor?”
İyi de bizler başımıza gelen hadiselere bu nazarla bakabiliyor; gerekli dersleri alabiliyor muyuz? Hem ‘evet’, hem de ‘hayır’ bu sorunun cevabı.
Evet; bakıyor ve alıyoruz. İnancında samimiyeti yakalayan, bu samimiyeti ibadetlerden günlük dünyevî yaşamının her bir karesine ayrı bir derinlik halinde nakşeden, bir başka tabirle ibadetten ubudiyet ve ubudete uzanan koridorlarda sürekli gel-git yaşayan insanlar bakıyor ve anlıyor.
Hayır; bakamıyor ve anlayamıyoruz. İnanmayan insanlar, inansa da bu inancı ile tahkikin okyanuslarında değil taklidin derelerinde yüzen insanlar ne bakıyor ne de anlıyor.
Tabii buraya kadar söylediklerimiz temelinde insan olan işin bir boyutu. Hangi iş olursa olsun, işin içine insan giriyorsa, insan eli değiyorsa, insanın yapısından olsa gerek, hadisenin birden çok boyutu karşımıza çıkıyor.
Sözünü ettiğimiz mevzu ile alakalı ve son tahlilde insana râci olan boyutlardan bir tanesi üzerinde konuşuyordu. Çok çarpıcı bir cümle söyledi. Onu aktarınca boyutun ne olduğunu rahatlıkla anlayacaksınız. Dedi ki: “Hayber’in kapısını koparan değil; nefsini bağrından koparıp, söküp atan kahramandır. Bu, Hayber’in kapısını söküp atmaktan çok daha zordur.” Burada hâşâ! Hz. Ali’ye nâsezâ, nâbecâ atf-ı beyan yok; aksine tebcil var, takdir var. Devamını okuyun; “Hz. Ali, ‘Hüda’yı ‘heva’sına hâkim kılmış bir insandı. Heva-yı nefsine değil, Hüda’nın arzularına uymuştu o.” Devamını ben getireyim; Hayber’in kale kapısını söküp atmasının nedeni de işte buydu. Şunu diyebilir miyiz o zaman, hevasını Hüda’nın emrine râm etmeyenler; Hayber’e doğru yola çıkmasın ya da kale kapısına boşuna dokunmasın; zira o ruhla ne Hayber fethedilir ne de kale kapısı yerinden oynatılır? Ne dersiniz, denilebilir mi?
Neyse; ben sohbet ortamını tasvire geçeyim. Bir işte fani olmadan, aktüel dil ile konuşacak olursak her şeye rağmen devam yüksek motivasyondan, artık literatüre girmiş kavramla adanmışlıktan bahsediyordu. “Bir insan eğer bir ise kendini bütün bütün vermediyse, fikri, zihni, ameli dağınıklıklar yaşıyorsa, bu insanın isabetli kararlar vermesi mümkün değildir. Bakın Hz. Ömer’e (ra); torununun adını unutacak kadar işinde fani olmuş birisi. Bir de hataları kendinden bilmesi var. Hani Mehmet Akif’in ifadeleriyle: “Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa kuzuyu, gider adl-i İlahi Ömer’den sorar onu.” Doğrusu bu değil mi? Koynumda bir akrep; haber verene rahmet. Evet; mahviyet, tevazu, hacalet, kendini sıfır olarak görme ve bunu “ben sıfırım” diye ilan etme bu işin esasıdır. “Ufkuma hayalleri bile yetişmez; yaptığım şeyleri rüyalarında bile görmez, göremez” deme, kâfir sözüdür. Bunu Müslüman bile söylese, söyleyen kâfir olmaz ama gerçek değişmez; kâfir sözüdür bu.”
İşte yukarıda anlattığım Hz. Ali ve Hayber meselesine bu sözlerden sonra girdi ve devamında dedi ki: Televizyonlarda bazen denk geliyor; taksinin altına bir adam yatıyor ve taksi üzerinden geçiyor. Basit şeyler bunlar. Asıl önemli olan, dediğim gibi nefsin söküp atılmasıdır. Her neyse; Allah inayetini üzerimizden eksik etmesin. Maiyyetini yar etsin.”
Dua cümleleri bazen sohbetin bazen de faslın bittiğinin işareti. Burada sohbet bitmedi ama fasıl bitti. Yeni bir fasıl ya bir soru ile açılır, ya elektronik levhada çıkan bir kelâm-ı kibarla ya da biraz önceki fasıl adına akla gelen yeni açılımlarla. “Hz. Ömer,” dedi söze başladı. Anlaşıldı ki Hz. Ömer’e ve adanmışlığa, kendini işe vermeye takılmış zihni. Keşke şu üç meseleyi sorsaydım Efendimiz’e (sav), diyor Hz. Ömer. Bir insan neden söyler bunu? Çünkü oturup kalkıp onu düşünüyor da onun için.”
Bu sözlerden sonra bir müddet durdu; salonda yerini alanları sağdan sola, soldan sağa bakışları ile süzdü. Bir düşünce oluşmuştu zihninde, bu açık ve netti. Fakat ihtimal bunu söyleyip söylememekte tereddüdü vardı ya da dinleyici kitleyi tanıyabildiği ölçüde gözden geçirme ihtiyacı duydu ve söyledi: “Bugün sahip olduğumuz nice imkânlar var; var ama ihtimal usul ve üslup hatası yapıyor ve bu imkânları değerlendirilmesi gerektiği ölçüde değerlendiremiyoruz. Tebşir edilecek yerde inzarda bulunuyoruz. Hâlbuki bakın Allah’ın şu lütfuna. Maddi imkânlar insanların istek, arzu ve heyecanları ile birleşmiş. Geriye bunları rantabl kullanma kalıyor. O da usul ister, üslup ister, metod ister. Hadiseleri iyi okuma önemlidir. Zaten sorumluluklar ona göre belirlenir. Dün yaptıklarınızı bugün hiçbir değişikliğe gitmeden tekrar eder durursanız, onlar bugün için bir şey ifade etmeyebilir. Çağı ve hadiseleri okuma yanında insanı okuma da ihmal edilmemelidir. Doğru üslubu bulma adına gösterdiğiniz bu gayretler aynı zamanda İlahi inayete bir çağrıdır.”
Kısa bir müddet durdu ve başta beyan ettiği hususa bir daha döndü: “Bir yerde yaptığınız bir işten dolayı zaferyâb olursunuz. Bir başka yerde aynı şartlar, aynı imkânlarla aynı işte başarılı olmazsınız. Hâlbuki sebep sonuç ilişkisine göre başarılı olmanız gerekir. İhtimal orada bir iç-beğeni (ucb) devreye girmiş ve o iç-beğeni size hüsran yaşatır. Hâlbuki başarılar, zaferler iç-beğeniyi değil; Allah’a hamd ve şükür hissini kamçılamalı. O’nun lütuf ve ihsanları arttıkça bizim de O’nunla irtibatımız artmalı; artmalı ki sonsuz daha iyi görülsün. Sonsuzu sıfır kadar güzel gösteren bir şey yoktur. Sıfır olun ki sonsuzu yakalayın. Enaniyetin mırıltılarını yaptığınız işlerin içine sokmayın.”
Son cümle: “Allah bize ihlâs, samimiyet ihsan eylesin, ihsan buyurduğu lütufları geri almasın, inayetini eksik etmesin.” Âmin…
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment