Zıll

Dil kullanımında her kelimeyi hem pozitif, hem de negatif anlamda kullanmak mümkün. Vurgu yaparken kelimelerin gidiş yönünü tayin etmek de insanın sesi ve sözü kullanmadaki yeteneği ile bağlantılı. “Güneşi tepemde hissediyorum” derken hava sıcaklığının vücuda verdiği rahatsızlığı anlatır; “Karanlığa doğan güneşi gördüm” derken de bir umut belirtisinin zuhûr edişine işareti anlarız.

Kelimelerle oyun oynamak, onlara farklı elbiseler giydirmek, değişik biçimlerle sunmak onları, tezyîn etmek tonlamalarla hep dil yeteneğinin hangi aşamada ortaya çıktığına bir işarettir. İşaretler onları okumayı bilenler içindir işte. Kitâbelerde, yazıtlarda bulunan figürlerin çözümlenince, bir tahlilden geçirilince anlam ifâde etmesi gibi, dil de onu anlayan için önemlidir. Sadeleştirdikçe özünü kaybeden dilin kullanıldığı kitaplarda hiç rastlayamadığımız yiten, uyutulan, unutturulan kelimelerden uzaklaşmamızın bizden alıp götürdüklerini de ancak dilin kıymetine hâiz olanlar görebilir.

Örneğin; “zıll” nedir Hadramut’tan geçen bir başka anlayacak, Pamir doruklarından bakan daha başka anlayacaktır. Bir âlim ise “zıll” dendiğinde çok başka açılar yakalayacaktır bakarken. Bugün üzerimize düşen zıll, dün üzerimize düşen zılâlin bir sonucu olduğu gibi; bugün üzerimizde gezinen zıll, yarın üzerimize düşecek olan zılâlin sebebi olacaktır. Kelimeler sessiz haykırırşlardır çoğu zaman. İlmine vâkıf olanlara bahşedilmiş bir kıymet aslında.

Okuduğunu anlamayan çocuklarımızın birkaç yüz kelimeye sıkıştırılmış okuma-anlama yeteneğinin övüldüğü günlerden çıkış sadeleştirilmemiş kitapların kapısını açmakla mümkün. Korunmayan dilin üzerine zıll düşecek, böyle kenarda kala kala gözden kaçan her kelime silinip gidecek kağıt üzerinden ve zihinlerden. Işık tutmak gerekecek bu yüzden her gölgede kalanı gözler önüne serebilmek için. Ayrı bir çaba gerektirecek gölgeden aydınlığa çıkarmak onları, yaşayabilmeleri için beslemek.
Dilimizin üzerine zıll düştü epey zaman önce. Onu Divân Edebiyatı’na sıkıştırdık sonra. Okullarda edebiyat kitaplarının birkaç sayfasına koyduğumuz birkaç mısra ile örneklendirdik “eski dil” diye. Eskide kaldı çünkü bugün için. Bugün konuştuğumuz dilin her kelimesi eş anlamlı kardeşlerini bir bir kaybederken sığlaşmış, dibi görünen, enginliğini kaybeden, derinliği olmayan, daldıkça içinde kaybolunamayan dar bir alanda kaldı.

Size iki manzara göstereceğim. Birinci tabloda dört köşe bir oda var, ayrıntısız, dekorsuz, renksiz, dümdüz. Kırgızistan’dan Moldova arasında binlerce kilometre gidip sadece iki sokak değiştirmiş gibi hissetmektir bu, yapay, düz, alımsız. Ya da her köşe başında aynı marketi görmekten dolayı şehir değiştirseniz bile hep aynı alan içinde döndüğünüzü sanmak gibi… İkinci tabloda bir manzara resmi var, alabildiğine uzanan çayırın ardından yükselen dik bir dağın doruklarında sis, eteklerinden süzülen bir nehir yakında bir ağacın köklerinde çırpınıyor. Siz baktıkça o dağın arkasına uzanıp başka dağların eteklerine yelken açabiliyor, okyanusların kestiği toprakların kenar çizgilerine değin varabiliyorsunuz. Limanda bekleyen bir tekne sizi ötelerin ötesine taşımak için orada. Aden’de her sokak girişinde, bu sokağın ileride hangi sokaklara açılacağını tahmin edemeyip o heyecanı içeride de yaşamak gibi. Birinci manzaraya zıll düşmüş dar alanda kör bakıyorsunuz, hayâlleriniz bile durdurulmuş; diğer manzarada “zıll” bir vahada gölgelenmek, yosun kokusunu duymak tuzlu sularda.

Zıll ile harûr nerede birleşir, nerede ayrılır; kim zıll ile mesrûr olur, harûr ile dehşete düşer? Ben şimdi birine “gölge”, diğerine “ateş” desem ve geçsem, ne kadar sığ kalırım varın siz düşünün.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.