Bir hafakan yazısı
Pencereye başımı dayamış dışarıyı seyrediyorum. Lapa lapa kar yağıyor. Beyaz üniformalarını giymiş meleklerden bir ordu yeryüzünün günahlarını örtmeye çalışıyor adeta. Damlardan sokaklara akan bir beyazlık kaplıyor şehri. Melekler sanki heryeri kefenlemiş. Aklımda kefenler dalıp gidiyorum.
Aralanan kapıdan gelen serinlikle ürperiyor bir an kendime geliyorum. Soğuk aklıma yıllar önce yurdumuzun kaloriferlerini yakamadığımız zorlu günlerdeki öğrencilerin sitemlerini getiriyor. Sitemler uğulduyor kulaklarımda.
Sitemlerle kalkan kefenli-kefensiz binlerce cenaze tülleniyor gözümde. Gözlerim buğulanıyor, boğazım düğümleniyor zorla yutkunuyorum. Aklım karma karışık dalıp gidiyorum…
Bir top mermisi düşüyor karla kaplı çatısına penceresiz bir evin. Bir çığlıktır kopuyor. Bir anne kucağında bebeği kendisini dışarıya zor atıyor. İçeride kocası ve diğer çocuğu kalmış. Canhıraş feryatlar duyuluyor. Bir aralık körpecik bir beden ilişiyor gözüme. Bir buzlu camın ardından seyrediyor etrafı. Gözyaşları insanlıkla beraber donalı çok olmuş.
Bir çocuk parkında üşüyen bedenlerini oyunla ısıtmaya çalışan yavrular geliyor sonra gözlerimin önüne. Sevinçle buldukları oyuncaklarla oynarken, buz gibi bir infilakla yırtılıyor sessizliğin perdesi. Ellerinde patlayan oyuncakları dudaklarına şehadet şerbeti sunuyor. Bir kahpe tuzakla artık bir daha üşümeyecekleri sonsuzluk alemine uçuyorlar.
Geride kendini paralayan anneler-babalar.
İşkenceden geçirilmiş bedenler, ölümün kendilerine en büyük bir hediye olarak sunulacağı anı beklerken hücrelerinde; cılız mırıltılarla barış görüşmeleri yapanların samimiyetsiz bakışları çıkıyor karşıma…
Bir medeniyetin yerlere serilişi yakıyor içimi. Tarihin kendi elleri ile söküp atmaya çalıştığı kara lekeler var sayfalarında. Camiler, okullar, evler, mahalleler ve şehirler siliniyor haritalardan. Şerefimiz bir minare şerefesi yıkık ve mahzun. Haritamızdan kan sızıyor. Yüreğim gibi bin parça olan coğrafyamız çığlık çığlığa. Ne var ki kınamalar kanamaları durdurmuyor. Bir ümit arıyor, bir çıkış bekliyorum çaresiz.
Akabinde büyük Türkiye teranelerini dinliyorum, bölgesel güç laflarının yürütemediği ‘peynir gemilerini’ görmek kahrediyor. Bir yandan zalim diye bağırıp, diğer taraftan en büyük destekçisine can suyu olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyorum. Vebalini üzerine almak istemese de kimse, ümit verilen ve sonra ezdirilen bir halkın ahının nerelere ulaşacağını düşünüyor, titriyorum.
Bir derde ortak olmak, bir yaranın yarısını paylaşmak için, yüreğim kan ağlarken, zihnimde bunlar kalemime sarıldım. Hissetmekteki hissem çok az da olsa bu dert ve ızdırabı paylaşmaya çalışmak benimkisi. Neredeyse iki asırdan beri tebessüm görmemiş bir coğrafyayı resmetmek de istemiyorum ancak; zamanın duvarlarında hep hüzün dolu tablolar asılı. Bu tarihi vebal şimdi bizim boynumuza dolandı. Bu suç hepimizin. Hep birlikte bir arınmaya ihtiyacımız var.
Yıllar önce okuduğumda beni şoke eden ve hiç aklımdan çıkmayan Zağra müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin hatıraları geliyor aklıma. M. Ertuğrul Düzdağ takdim yazısında bu hatıralardan şöyle bahsediyor: “Bu kitap ’93 Harbi’ diye anılan 1876-77 Moskof harbinde, Rumeli Müslümanları’nın uğradığı zulümleri, düştüğü perişanlığı ve çektiği acıları anlatmak üzere, olanları bizzat yaşamış olan H. Raci Efendi tarafından günü gününe yazılmıştır.” Şimdi beraberce Zağra müftüsünü dinleyelim.
“…Devlet ve millet hizmetinde kullanılmak üzere, istiladan önce, bütün kasabada sekiz on beygir bulunamamış iken, Moskof istilasında yedi yüzden fazla binek ve araba hayvanı toplandı.
Dosttan esirgenenleri, düşman cebren ve kahren aldı. İbret alın ey basiret sahipleri!…”
Silkinip kendimize gelmeden, kendimizi sorgulamadan atacağımız her adım yanlış olacaktır. Hamaset destanları, altı dolu olmayınca acıları artırmaktan başka işe yaramıyor.
Evet yepyeni bir güçle silkinip kalkmak, söz kesen olmak, denge unsuru haline gelmek gerekir. Bu da ancak güçlü bir devlet olmaya bağlıdır. Güçlü devlet sağlam bir toplum bünyesini gerektirir, o da sağlıklı bir cemiyetle olur. İstenen böyle bir cemiyeti mükemmel fertler meydana getirecektir. Her bir fert kendine çeki-düzen verirse ve ben düzelirsem dünya da düzelir anlayışına erişirse çözüm kendiliğinden gelecektir. Yoksa bütün müdahaleler pansuman tedavi seviyesinde kalacak, yüzeysel tedbirler netice vermeyecektir. Hedefi dünyada kalıcı bir barış temin etmek olanlar, önce işe kendilerinden başlamalıdırlar.
Hep birlikte kendimizle yüzleşip Şair-i Şehirimiz’in aradığı genç adamı içimizde bulmaya çalışmalıyız:
“İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!
Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!” NFK.
Evet muhasebe yiğitçe bir tavırdır. Suçu kabul etmek o suçtan temizlenmek adına atılacak ilk adımdır. Kendini hatasız görmekten daha büyük hata var mıdır? Nefsini beğenmeyip nefsinin ayıbını görerek insan daima kendisini hesaba çekmeli.
O halde meşhur olmayan bir başka şair çırağının heceledikleriyle bitirelim;
“Benimdir günahı ölen her kuşun,
Düşen her yaprağın benim suçlusu.
Vebali bendedir bitmez yokuşun,
Bir bebeğin gece kaçsa uykusu”
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment