“İslâm’ın güzelliklerini göstermek istedim”
“Bir Çay Daha Lütfen” kitabıyla hayatımıza giren Katharine Branning, bu kez “Ay Sultan” ile karşımızda. Romanında Alaeddin Keykubat’ın eşi Mahperi Hanım’ı anlatan Branning, “Anadolu kültürünü 36 yıldır tanıyorum ve çok sevdim.” diyor.
İstanbul Lâleli’de bir itfaiye erinin ikram etmesi üzerine Türk çayıyla tanışan Amerikalı yazar Katharine Branning, kaleme aldığı “Bir Çay Daha Lütfen” kitabıyla hayatımıza girmişti. Türk dostlarının kendisine ‘Kadriye’ adını verdiği yazarın çayla ilgili bir konuşması da internette tıklanma ve paylaşım rekoru kırmıştı. Hâlen New York’taki French Institute Alliance Francaise’te başkan yardımcısı olarak görev yapan, aynı zamanda enstitü içindeki kütüphanenin de direktörü olan Branning, bu kez ‘Ay Sultan’ isimli romanı ile okurlarının karşısına çıktı. Artık bizden biri olan ‘Kadriye’ Branning ile yeni kitabını konuştuk.
-Kitapta gerçek kişilerden ilham aldınız, hikâyesini biraz anlatabilir misiniz? Kitabın kahramanları kimler?
Bir önceki kitabımı okuyan bayan okurlarımdan bazıları, “Bize kadın kahramanlar ver.” demişlerdi. Ben de onlara söz verdim. Mahperi Hatun, bu romanın kahramanı. Mahperi, tarihin çok zor bir döneminde ülkeyi ayakta tutmaya çalışan güçlü bir idareci, sanatkâr ruhlu bir mimar, aşk dolu bir eş ve şefkatli bir anneydi. Anadolu tarihi kahramanlık destanlarıyla dolu. Fakat bu destanlardan birçoğu günümüzde bilinmiyor. Ay Sultan romanımda o destanlardan birini, bir kadın kahraman olan Mahperi Hatun’un hayatını anlattım. Evet, Anadolu Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın eşi Mahperi, sadece bir hanım sultan değildi. Tarihin çok zor bir döneminde bir ülkenin onu ayakta tutan güçlü direklerinden biriydi.
-Anadolu insanını biliyorsunuz yani.
Anadolu insanını ve kültürünü 36 yıldır tanıyorum ve çok sevdim.
-Bu kitapla tarihe ışık tuttuğunuzu düşünüyor musunuz?
Anadolu Selçuklu döneminin daha iyi bilinmesi gerektiğini düşündüğüm için bu kitabı yazdım. Bu dönemde çok kısa bir zaman içerisinde uygarlığın gelişimi adına birçok vakfın kurulduğuna şahit oluyoruz. Bu kitabın kahramanı olan Alaeddin Keykubat, bu devrin aynı zamanda en büyük sultanı. Sultan bu dönemde ticaretin gelişmesini sağladı. Birçok kervansaray ve eğitim kurumu inşa etti. Türk topraklarını genişletti. Birçok bölgeyi topraklarına kattı.
-Tarihteki kadınları özellikle anlatmak istiyor gibisiniz.
Tarihte birçok önemli kadının çok iyi bilinmeden yok olup gittiğini düşünüyorum. Tarihe adını yazdıran önemli isimlerin arkasında kadınların var olduğunu düşünüyorum. Mahperi Hatun da onlardan sadece biri. Yaşamı boyunca 7 kervansaray inşa ettirmiş, Kayseri’de büyük bir medrese ile birlikte cami yaptırmış. O dönemde bunları yapabilmesi çok önemli.
-Bu romanı yazmanızın ayrı bir sebebi var mı?
Var. Bir diğer nedeni ise bugüne kadar İslam’da gördüğüm güzellikleri hikâyeler üzerinden kitabımda kurgulayarak anlatmak. Kitabımda İslam’ın güzelliklerini göstermek istedim. Son dönemlerde Müslümanlar hep terör haberleriyle gündeme geliyor. Bence Müslüman terörist, terörist Müslüman olamaz. Ben Türklerden önemli bir şey öğrendim; Müslümansanız işiniz sevgi ve aşkladır, terörizmle değil. Bu kitapla öğrendiklerimi anlatmaya çalıştım. Kitabın Türkiye ile Batı dünyası arasında önemli bir köprü kuracağına inanıyorum.
-Türkiye aşkınız nasıl başladı?
Amerikalı genç bir öğrenci olarak Fransa’da İslam Sanatı okuyordum. Memleket özlemimin beni sardığı ve biraz da kendimi yalnız hissettiğim bir dönemde ders aldığım amfide otururken bir anda duvara yansıyan slaytlardan birinde Sivas’ta bulunan Gök Medrese’yi gördüm. Hayatım boyunca örneğini görmediğim bu yapı inanılmaz ilgimi çekti. Dersten çıktığımda aklımda sadece ülke ismi olarak ‘Turkey’ kaldı. Hemen kütüphanenin yolunu tuttum. Araştırdıktan sonra bu yapının Selçuklulara ait olduğunu öğrendiğim. 13. yüzyılda yapılan bu yapıyı, Gök Medrese’yi görmeyi ve bu kültürü tanımayı çok istedim. Altı ay sonra da Sivas’a gitmek üzere Paris’ten yola çıktım.
-Türkiye’ye ilk yolculuğunuzda hatırladığınız en ilginç şey neydi?
Türkiye’ye ilk yolculuğumla ilgili hatırladığım en ilginç ayrıntı, Gök Medrese’nin etrafında otlayan ineklerdi. Çünkü medresenin etrafında hiçbir şey yoktu. Fotoğraf çekmek için onları kovalamam gerekti. Ancak bu sefer ineklerin sahipleri benden rahatsız oldukları için beni kovaladılar! Daha sonra samimi olduk o insanlarla. Evlerine gidip geldim. Böyle bir manzara vardı o dönemler. Tarihî yapının fotoğrafını çekmekte çok zorlanmıştım. Selçuklu döneminin sanatını, müziğini, edebiyatını öğrendikçe ve tasavvufla da tanışınca o kültürü daha da çok sevdim. Selçuklu hükümdarları ülkelerinde yatırıma, ekonomiye ve kalkınmaya büyük önem vermişler. Bu doğrultuda planlı bir şekilde okullar, hastaneler inşa etmişler. Bir Amerikalı olarak Selçuklu dönemini kendi kültürümüze yakın buldum, ama bu ilgimin asıl başlangıç noktası Gök Medrese’de gördüğüm güçlü mimari bence.
-Türkiye’ye ne kadar sıklıkta geliyorsunuz?
Aralıksız 30 yıldan fazladır her sene Türkiye’ye geliyorum. Her yıl bir ay kalıyorum. Bu arada geçen yıl, Tokat’tan ahşap bir ev aldım.
-O günlerden bugüne Türkiye’deki değişimi nasıl gözlemliyorsunuz?
Türkiye o günlerden bugüne büyük sınıf atladı. Çok gelişti. Ekonomik ve sosyal olarak değişim muhteşem.
-Tokat’tan ev aldım, dediniz. Peki, neden Tokat?
Herkes bu soruyu soruyor. “Neden Bodrum değil, Antalya değil ama Tokat?” diyorlar. Çünkü Tokat bir Selçuklu şehri ve çok güzel. Aşk işte bu.
-En çok hangi şehri seviyorsunuz?
Konya benim evim gibi. Kalbimde Konya’nın çok özel bir yeri var. Konya, tarihî ve kutsal bir yer. Oraya gittiğinizde bunu hissediyorsunuz. Türkiye’ye her gelişimde Konya, Kayseri ve Tokat’a muhakkak gidiyorum.
-Bir önceki ‘Bir Çay Daha Lütfen’ kitabını yazmak nereden geldi aklınıza?
Bu kitabın yazımında dostum, şair Muhsin İlyas Subaşı’nın katkısı olmuştu. “1978’den beri Türkiye’ye gidip geliyorsun. Türkiye ile ilgili bir kitap yazmalısın. Batılı bir kadının Türkiye hakkında kitap yazması, bunu anlatması ilginç olabilir.” dedi. Ben de bunun kimse için enteresan olmayacağını söyledim. Ama kendisinin yanından ayrıldığım zaman dediklerini düşünmeye başladım ve yazmaya karar verdim. Bana göre çay Türkiye’nin sembolü. Türkiye ile ilgili tüm güzel ve olumlu şeylerin simgesi. Bu yüzden kitabıma da bu ismi vermek istedim. Çünkü “Bir çay daha lütfen!” ifadesinde bir diyalog var.
-Bu arada, Türk çayı aracılığıyla Türkiye’yi anlattığınız kısa video, geçen yıllarda sosyal medyada en çok paylaşılan videolardan biri oldu.
Aslına bakacak olursak öyle bir videonun varlığından haberim bile yoktu. O konuşmadan sonra tanıdıklarım arayıp haber verdi, ben de ondan sonra izledim. Arkadaşım, Türkiye’de herkesin beni konuştuğunu söyledi. Yaptığım konuşmayla birlikte Türkiye’de çay içen insanlardan da örnekler koymuşlar. Bunlar arasında özellikle yaşlı kadın ile tombiş çocuğun tepsiyle çay servis ettiği kısma bayıldım. Çok kısa bir konuşmayı çok güzel ifade etmişler. Arkadaşım, Türkiye tarihinde en çok izlenen videolardan biri olduğunu söyledi. Öyle mi gerçekten, dedim ve ağlamaya başladım. Müzik, kurgu çok güzeldi. Bana cömert Türkler tarafından verilmiş bir hediyeydi bu. Bu video benim hayatımı değiştirdi. Çünkü birçok kişiden çok güzel karşılıklar aldım.
-Türkçeyi nasıl öğrendiniz?
Çay içerek öğrendim (gülüyor). Çay sohbetlerinde öğrendim. Ama daha iyi öğrenmek istiyorum.
-Son olarak, Türklerle ilgili düşünceleriniz neler?
Türkler beni her zaman şaşırtan, güzel sürprizlerle dolu. Bizler biriyle görüşeceksek tüm detayları biliriz. Yarın, şu saatte, şu kişiyle, şu binada, şunu konuşacağız diye plan yaparız. Ama Türkiye’de ‘gel’ denir. Ne zaman, nerede, kimle?.. Bir sürü sürpriz vardır. Bu dinamik bir yapı sağlıyor. Bazen çok zor ama çoğu zaman güzel. Mesela, Rize’den beni davet ettiler. 20 bin kişilik statta konuşmacı olarak davet edilmiştim ama bilmiyordum. Çok büyük bir sürpriz oldu. Çok doğal ve güzel bir sohbetti.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment