50 yıl sonra Mississippi hala yanıyor
Ferguson’da yeni bir şey yaşanmıyor aslında. ABD’de tarihin, edebiyatın, politikanın, sinemanın defalarca anlattığı bir öykü yeniden gerçekleşiyor. Amerika, ‘siyah isyanlar’ çağını henüz arkasında bırakacak gibi görünmüyor.
21 Haziran 1964’te yirmili yaşlarındaki üç genç aktivist, Mississippi eyaleti Neshoba Bölge şerifince gözaltına alındı. Andrew Goodman(20) ve Michael Schwerner (24), eyaletteki siyahları ‘artık seçme hakkına sahip oldukları’ konusunda bilgilendirmek ve seçmen kaydı yaptırmalarını teşvik etmek için 1964 yazında eyalete akın eden ‘özgürlük işçileri’ndendi. Sadece bu amaçla New York’tan kalkıp gelmişlerdi. Kendisi de siyahî olan aktivist James Chaney (21) de onlara eyalette katılmıştı. Irkçı güneyin derinliklerindeki bu insan hakları faaliyeti nedeniyle 1964 yılı yazına Amerikan politik literatüründe ‘Freedom Summer (Özgürlük Yazı)’ deniyor.
Eyalete akın eden insan hakları savunucusu aktivistler ile onlara yardımcı olmaya çalışan yerel siyahî aktivistlerin en büyük düşmanı ise Ku Klux Klan (KKK) çetelerinden önce eyaletteki ırkçı beyazların kontrolündeki yerel polis güçleriydi. 21 Haziran 1964 sabahı yerel polisçe gözaltına alınan üç aktivist genç, karanlık çöktükten sonra serbest bırakıldı. Şerif ofisinden arabalarıyla uzaklaştıktan birkaç kilometre sonra yollarını kesen KKK üyelerince kaçırıldılar. Ertesi gün 3 aktivistin kaybolduğu anlaşılınca, dönemin Adalet Bakanı Robert Kennedy, New Orleans’tan Mississippi’ye 150 FBI ajanını kaydırarak arama çalışması başlattı. 1988 yapımı Oscar ödüllü ‘Mississippi Burning (Mississippi Yanıyor)’ adlı unutulmaz filmin senaryosu işte bu arama çalışmasının öyküsüne dayanıyor.
3 gencin öldürülmesinden sadece 11 gün sonra, 2 Temmuz 1964’te, dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın imzalamasıyla ‘Medeni Haklar Kanunu’ yürürlüğe girdi. ABD toprakları içinde, ırk, etnik köken, renk, din, cinsiyete göre her türlü ayrımcılık yasa dışı hâle geliyordu.
ABD’yi Mississippi’nin doğusu ve batısı diye ikiye ayıran Mississippi Nehri’nin adının, Amerikan toplumunu da ikiye ayıran ırksal gerilimle özdeşlemesi boşuna değil. Nehrin etrafından veya içinden geçtiği birçok eyalet, siyahlara yönelik ayrımcılıkta sicilleri oldukça kötü eyaletler. ABD, Özgürlük Yazı’ndan ve Sivil Haklar Yasası’nın kabulünden tam 50 yıl sonra, hem de bir siyahî başkan döneminde, bir başka Mississippi Nehri kentinde kendini yeniden ‘siyah halk–beyaz polis’ şiddetinin sarmalında buldu. Missouri eyaletinin Mississippi Nehri kıyısında kurulu metropolü St Louis’in kuzey banliyösü Ferguson’da 9 Ağustos 2014’te, gün ortasında beyaz polis memuru Darren Wilson’un, 18 yaşındaki siyahî genç Michael Brown’ı tam 6 kurşunla öldürmesi, St Louis’de yılların birikimi olan tansiyonun yeniden kıvılcım alıp bir yangına dönüşmesine sebep oldu. Ülkenin kadim sorunu bir kez daha gün yüzüne çıkmıştı.
ABD’nin kurucu babaları, 1780’lerde ülkeyi inşa ederken, o günlerde birliğin güneyinde yer alan büyük siyahî azınlığın yükünü hissettiler. Ancak o günlerin anlayışı içinde bu potansiyel sorunu görmezden gelmeyi tercih ettiler. Görmezden gelinen bu sorun, ABD Anayasası’nın resmen kabulünden yaklaşık 70 yıl sonra, 1860’ta, tarihin en büyük iç savaşlarından biri olarak gün yüzüne çıktı. İç savaşı, Abraham Lincoln liderliğindeki kuzeyliler kazandı ve ABD’de kölelik yasaklandı. İç savaştan sonra siyahların büyük bölümünün yaşadığı güney eyaletlerinde yasal zemini olmayan fiilî bir durum olarak ayrımcılık devam etti. Kuzey şehirlerinde siyahlar biraz daha eşitlikten yararlanıyor görünüyordu ancak bu eşitliğin sosyal ve moral bir eşitlik olmadığı, aslında sadece yasal bir eşitlik olduğu çok geçmeden ortaya çıkacaktı.
Siyahlar ile beyazların günlük yaşam içinde sık sık karşılaştıkları ve iletişim hâlinde oldukları güney eyaletlerinin aksine kuzeyde siyah gettoları oluşmaya başladı. Ve bu gettolara yakın yaşayan beyazlar ile siyahlar arasındaki tansiyon büyüdü. 1920’li yıllarda siyahların eğitim imkânları arttı. Ancak siyahların, spordan edebiyata, medyadan politikaya görünmeyen ırkçı engelleri aşmaları büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda oldu. Ülkede siyahların sosyal, ekonomik ve politik haklarının güvence altına alınıp geliştirilmesi, ironik şekilde tamamı güneyli Demokrat başkanlar (Johnson, Carter, Clinton) döneminde gerçekleşti.
Abraham Lincoln’dan yaklaşık 30 yıl sonra 1892 yılında Homer Plessy adlı bir melez, New Orleans’tan Covington’a giden bir yolcu treninin ‘sadece beyazlar’ vagonuna bindi. Tren görevlisi ondan ‘sadece siyahlar’ vagonuna geçmesini istedi. Reddedince tutuklandı. Plessy, anayasanın köleliği yasakladığını ve eşitliği getirdiği iddiasıyla yerel mahkemeye başvurdu. Ancak mahkeme, tren şirketinin böyle bir hakkı olduğunu gerekçe göstererek davayı kabul etmedi. Plessy davayı ABD Yüksek Mahkemesi’ne taşıdı. Ve ABD Yüksek Mahkemesi, 1896 yılında tarihinin en utanç verici kararlarından birine imza atarak, ‘Ayrı Ama Eşit (Separate But Equal)’ diye formüle edilen içtihadını oluşturdu. Yani, eşit imkân ve hizmetler sağlandığı sürece eyaletlerin farklı ırklara farklı mekânlarda hizmet verilmesini düzenlemesi anayasaya aykırı değildi. Bu içtihat ABD’nin güneyinde, Amerikan siyasi literatürüne ‘Jim Crow çağı’ olarak geçen ayrımcılık dönemini başlattı.
Thomas Rice adlı beyaz aktörün, 1830’lu yıllarda yüzünü siyaha boyayarak siyahlarla alay ettiği “Jump Jim Crow (Hopla Jim Crow)” adlı şarkısından beri, güney eyaletleri beyazlarının argosunda siyahlardan ‘Jim Crow’ diye bahsediliyordu. Jim Crow çağında, siyahlarla beyazlar aynı toplu taşım araçlarını kullanamadı, aynı okullarda okuyamadı, restoranlarda, cafelerde bile aynı yerlerde oturamadı. Siyahlar ile beyazların ellerini yüzlerini yıkadıkları lavabolar, sokaklardaki ankesörlü telefon kulübeleri bile farklıydı. Bir siyahla beyazın evlenmesi birçok güney eyaletinde yasaktı.
1950’li yılların başında Kansas eyaletinin Topeka şehrinde Linda Brown adlı kızını, evlerinin hemen yanında bir kamu okulu olmasına rağmen, siyah olduğu için çok uzaktaki bir başka okula göndermek zorunda kalmasına itiraz eden velinin davasını haklı bulan ABD Yüksek Mahkemesi, 1954 yılında, yaklaşık 60 yıl önce kendisinin oluşturduğu ‘Ayrı Ama Eşit’ kuralının ABD Anayasası’na aykırı olduğuna hükmetti ve ayrımcılığın en önemli yasal zeminini ortadan kaldırdı.
ŞEHİRLERDE SİYAH SİYANLAR ÇAĞI
1964 yılı yazı ABD’de birçok şehir isyanına sahne oldu. 16 Temmuz 1964’te New York’un Harlem semtinde James Powell adlı 15 yaşındaki siyahî genç, polis tarafından öldürüldü. Harlem ve Brooklyn’de aynı gün başlayan isyan 6 gün sürdü. New York isyanının durmasından 2 gün sonra bu kez Rochester’da polisin 19 yaşında bir siyah genci gözaltına almak isterken çevrede bulunanlarla tartışmaya başlaması yeni bir isyan başlamasına neden oldu. İsyan 3 gün sonra New York Eyalet Valisi Nelson Rockefeller’ın, eyalet ordu birliklerini şehre sokmasıyla ancak kontrol altına alınabildi.
Aynı yılın 28 Ağustos günü bu kez Philadelphia’nın siyahların yaşadığı kuzey mahallelerinde polis şiddetine karşı isyan başladı. Bir siyahî kadın ile iki polis arasında başlayan tartışma, fısıltı gazetesinde ‘polisin hamile bir siyah kadını döverek öldürdüğü’ şeklinde yayılınca siyahlar sokağa döküldü. Üç gün süren isyan ve yağmada 341 kişi yaralandı, 774 kişi tutuklandı ve 200’den fazla işyeri yağmalandı veya yakıldı.
Ancak her şehir isyanı bu şekilde maddi hasarla atlatılmadı. 23 Temmuz 1967’de Detroit’te polisin, lisansı olmayan bir bara müdahalesiyle kıvılcım alan gerilim, en kanlı isyanlardan birine dönüştü. 6 gün süren isyan sonunda ABD Başkanı Lyndon Johnson federal ordu birliklerini şehre yollayacaktı. İsyan durulduğunda ölü sayısı 43 ve yaralı sayısı 1189’du. 7200 kişi tutuklandı. Şehirde 2000 bina yerle bir edildi. 12 Temmuz 1967’de New Jersey’nin Newark şehrinde başlayıp 5 gün süren isyanda 26 kişi ölecek, yüzlerce kişi yaralanacaktı.
Amerikan siyahî toplum önderi ve insan hakları mücadelecisi Martin Luther King’in 4 Nisan 1968’de suikastla öldürülmesi, 100’den fazla Amerikan şehrinde siyahların günler süren kitlesel isyanına sebep oldu. Bazı şehirlerde maliyet oldukça büyüktü. Baltimore’da 6 kişi öldü, 700 kişi yaralandı. 5800 kişi tutuklandı. Binden fazla işyeri yağmalandı veya yakıldı. Chicago’da 11 kişi öldü, 48 kişi yaralandı. 2150 kişi tutuklandı. Başkent Washington DC’de ise 12 kişi ölürken 1097 kişi yaralanacaktı. İsyan sırasında 6100’den fazla kişi tutuklandı. Binlerce ev, işyeri ve kamu kurumu zarar gördü.
Onlarca yıl, onlarca Amerikan şehri, polis ve siyahların karşı karşıya gelmesiyle başlayan bu şekilde isyanlara sahne oldu. 3 Mart 1991 akşamı Los Angeles’ta 5 polis memurunun durdurdukları bir arabadan indirdikleri Rodney King adlı siyahîyi acımasızca dövmelerinin çevrede bulunan bir kişi tarafından gizlice kameraya alınması bu isyanların en büyüğünün başlangıcı oldu. 53 kişi öldü. 2000 kişi yaralandı. Binlerce dükkân yağmalandı, 1100 bina ateşe verildi. Maddi hasar 1 milyar dolara yaklaştı.
IRKSAL HATLARLA BÖLÜNMÜŞ ŞEHİRLER
ABD Nüfus Dairesi verilerine göre, şehirlerin siyahlar ile beyazlar arasında bölünmesi ülkenin güney ve batı eyaletlerinde azalma trendinde. Ancak orta batı eyaletleri ile kuzeydoğu eyaletlerinde bu durum hâlâ devam ediyor. St Louis, Chicago, New York, Detroit, Pittsburg, Cleveland, Cincinnati, Philadelphia gibi şehirlerde, fiilî ayrımcılık günümüzde bile sürüyor. Siyahlar şehrin belli bölgelerinde bir arada yaşayabiliyor. Çok azı bu bölgelerin dışına taşınabiliyor. Bankalar, sigorta şirketleri ve hatta belli cafe ve süpermarket zincirleri bu bölgelerde şube açmıyor, buralara yatırım yapmıyor. Bu tür ayrımcı ‘kırmızı bölge’ uygulamasına John McKnight 1960’larda bu şekilde adlandırdığından beri ‘redlining (kırmızı bölgecilik)’ deniyor.
‘Mortgage ayrımcılığı’ en ünlü ‘redlining’lerden biri. Birçok resmî veya özel kurum, şehirlerin bazı bölgeleri için kredi vermiyor. 1980’li yıllarda Bill Dedman’ın Pulitzer ödülü kazanan araştırmacı gazetecilik haberi, Atlanta’da bankaların, düşük gelirli beyazlara mortgage kredisi verdiği hâlde orta ve üst gelir seviyesine sahip siyahlara kredi vermediğini belgeliyordu. Bill Clinton döneminde çıkarılan bazı yasalarla kısmen giderilmeye çalışıldı. 1960’lı yıllardan sonra çocukları siyah çocuklarla aynı okullarda okumasın diye birçok beyaz aile, beyazların yoğun yaşadığı banliyölere taşındı.
Ferguson adlı banliyösündeki olaylarla dünya gündemine giren St Louis şehri de ABD’nin en ‘bölünmüş’ şehirlerinden biri. 1764 yılında Fransızlar tarafından kurulan St Louis şehri, ABD’nin 1803 yılında bölgeyi Fransızlardan satın almasından sonra, ‘Vahşi Batı’ya açılan kapı olarak, Mississippi Nehri’nin en büyük limanı hâline geldi. 1800’lü yılların ortalarında ABD’nin dördüncü büyük kentiydi. 19’uncu yüzyılın yükselen ABD’sinin en önde gelen kültür, sanat ve ticaret merkezlerinden biriydi. T.S. Eliot’tan Joseph Pulitzer’e, Mark Twain’den Miles Davis’e kadar birçok ünlüyü yetiştirdi. Bugün St Louis şehrinde 300 bin civarında ve Ferguson’u da kapsayan metropol bölgesinde bir milyondan biraz fazla insan yaşıyor. Ama 2014 itibarı ile hâlâ ABD’nin en ‘ayrımcı’ şehirlerinden biri olmaya devam ediyor. Siyahların hayatı ile beyazların hayatının görünmez hatlarla fiziksel ve anlamsal olarak birbirinden net şekilde ayrıldığı şehirlerden biri… St Louis şehrinin ortasındaki Delmar Bulvarı, beyaz güney ile siyah kuzeyi ayıran görünmez bir sınır âdeta.
St Louis, ABD’nin iç savaşta bölündüğü günlerinden beri ‘güney’ ve ‘kuzey’ arasındaki coğrafi konumuyla sürekli bir gerilime ve tansiyona sahip olageldi. St Louis’li Mark Twain’in yazdığı ve Amerikan edebiyatının en önemli romanlarından biri olan ‘Huckleberry Finn’ de, Huck ve firari köle Jim’in, Mississippi Nehri’ni kullanarak, kölelik eyaleti Missouri’den kaçmaya çalışmaları anlatılıyor. 9 Ağustos günü 6 kurşunla öldürülen Michael Brown için hayat Huckleberry Finn’den beri çok değişmiş değildi.
Şehrin kuzeyinde ve Ferguson gibi kuzey banliyölerinde yaşayanlar için, polis tacizi günlük bir rutindi. Ferguson’lu bir öğretmen daha isyan başlamadan önce bile, öğrencilerinin neredeyse her sabah polis tarafından okul yolunda durdurulup aranması nedeniyle derslerine geç başlamak zorunda kaldığı için yerel yönetime şikâyette bulunduğunu anlatıyor. Hatta bir keresinde şort giyen bir hırsızlık zanlısını arayan polis, sırf şort giydiği için bir öğrencisini 24 saat zanlı görerek gözaltında tutmuş. Gerçek zanlının yakalanmasıyla kurtulabilmiş öğrenci. Siyahların, birçok şehirde, polis tarafından ‘masum olduğunu ispatlayıncaya kadar potansiyel zanlı’ görüldüğü bir sır değil.
Ferguson’da yeni bir şey yaşanmıyor aslında. ABD’de tarihin, edebiyatın, politikanın, sinemanın defalarca anlattığı bir öykü yeniden gerçekleşiyor. Şehre federaller akın etmiş durumda. Ferguson halkının yerel polis ve adli makamlara en ufak bir güveni yok. Bir yandan polis ile göstericiler arasındaki gerginlik sürerken, ‘federaller’ öldürme olayının polisin iddia ettiği gibi mi olduğunu yoksa kasten öldürme mi olduğunu soruşturuyor. 16 Ağustos günü şehre gönderilmiş onlarca FBI görevlisi, Michael Brown’ın polis tarafından öldürüldüğü bölgede kapı kapı dolaşarak polisin 18 yaşındaki genci kurşunlama anını görmüş olabilecek bir tanık arıyordu. Yerel polis ise FBI ajanlarını uzaktan seyrediyordu. Mississippi âdeta bir kez daha yanıyordu.
Ferguson’da diğer şehir isyanlarında görülen manzaralardan farklı olarak bir ilk yaşandı. Aşırı derecede askerîleşmiş bir polisin orantısız güç kullanımına sahne oldu. Yerel polis gücünden çok bir işgal ordusu görünümü vardı. Sivil huzursuzluğa polisin, askerî zırhlı araçlarla, uzun namlulu makineli tüfeklerle, miğferlerle acımasızca müdahalesi herkesi ürküttü. Bu aslında George W. Bush döneminin ülkeye bir başka hediyesi. ‘Homeland Security (Anavatan Güvenliği)’ adlı bir bakanlık kuran Bush, kritik şehirlerdeki yerel polisi de Irak ve Afganistan savaşı için bolca üretilen askerî malzemelerle donattı. Olayların başladığı ilk gün Getty fotoğrafçısı Scott Olson’un çektiği bir kare ise bu ‘işgal ordusu’ görüntüsünün sembolü oldu. Ağır silahlar, çelik yelekler ve gaz maskeleri ile donanmış ondan fazla polisin silah doğrulttuğu, korku içinde ellerini havaya kaldırmış siyahî bir genç vardı karede. Olson, kovalamaca sırasında kaçarken aceleyle çekmişti kareyi. Bu fotoğraf karesi aynı gün sosyal medyada yankı buldu. Bir anda ABD’de ve dünyanın birçok yerinde herkes ‘ellerini kaldırmış hâlde’ çektiği fotoğraflarını paylaşarak Feguson halkı ile dayanışmasını gösterdi. Olson, ertesi gün polis tarafından yine olayları fotoğraflarken tutuklanacaktı. New Yorker dergisinden Jelani Cobb’un da belirttiği gibi, Michael Brown’ın nasıl öldürüldüğü, polisin olaylara müdahale şeklinden sonra artık önemini kaybetti. Amerikan medyası, Ferguson halkını düşman, kendisini ordu gibi gören Ferguson polisine yoğun bir eleştiriye başladı. Ve polisin bu kontrolsüz şiddeti, olayları izleyen gazetecilere de yansıdı. Birçok gazeteci kısa süreli gözaltına alındı veya darp edildi.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment