Obama’nın elinden ödül alan Türk: Bilimle uğraşmayı herkese tavsiye etmem

Obama’nın elinden ödül alan Türk: Bilimle uğraşmayı herkese tavsiye etmem

Ahmet Yıldız, Amerika’da parmakla gösterilen genç akademisyenlerden. Araştırmalarıyla bilim tarihine adını yazdırmayı başardı. Son olarak ABD Başkanı Barack Obama tarafından Genç Bilim İnsanları ve Mühendisler Başkanlık Kariyer Ödülü’yle onurlandırıldı. Kaliforniya Üniversitesi’nde Fizik ve Moleküler Biyoloji bölümlerinde yaptığı çalışmalarla adından söz ettiren Ahmet Yıldız, önemli bir başarıya imza attı. ABD Başkanı Barack Obama tarafından Genç Bilim İnsanları ve Mühendisler Başkanlık Kariyer Ödülü’ne layık görüldü. Genç bilim adamı, prestijli ödülü önümüzdeki günlerde Beyaz Saray’da Obama’nın elinden alacak.

 

Ahmet Yıldız’ın öğrenim hayatı tahmin edileceği üzere başarılarla dolu. Sakarya’nın Arifiye Beldesi’nden, emekli bir ailenin çocuğu olan Yıldız, İstanbul Fen Lisesi’ni 1996’da bitirdikten sonra fizikçi olmaya karar verdi. Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden 2001’de mezun oldu. Kazandığı özel bursla bilimsel çalışmalarına ABD’de devam etti. Illinois Üniversitesi’nde ‘Bir Nanometre Doğrulukta Işıma Okuması’ metodunu geliştirdi ve proteinlerin nasıl hareket ettiğini bilim tarihinde ilk defa deneysel olarak ispatladı. 2003’te de Foresight Enstitüsü’nce her sene verilen Seçkin Öğrenci Ödülü’nü kazandı. Ayrıca Feynman Nano Teknoloji Ödülü ve Gregory Weber Uluslararası Ödülü’ne layık görüldü. California Üniversitesi’nde, insan hücresindeki motor proteinlerin nasıl yürüdüğüyle alakalı tezi ile doktor oldu. Bu çalışması sayesinde dünyanın prestijli bilim dergisi Science tarafından ‘2005 Yılının Genç Bilim Adamı’ seçildi ve dergiye kapak oldu. Bu ödülü alan ilk Türk olarak tarihe geçti. Doktoranın ardından çalışmalarını Kaliforniya Üniversitesi San Francisco Kampusu’nda devam ettirdi. Hâlen aynı okulun Berkeley Kampusu’nda Fizik ve Moleküler Hücre Biyolojisi bölümlerinde araştırmalarını sürdürüyor. İlgisini tüm insanlığı alakadar eden körlük, sağırlık, felç, Alzheimer ve kanser gibi hastalıkların tedavisi üzerine yoğunlaştırmış durumda. California’da eşi ve iki çocuğuyla yaşayan Yıldız, en son dershanelerin kapatılması tartışmalarında gündeme gelmişti. Üniversiteye FEM Dershaneleri’nde hazırlanan Yıldız, bu kurumların kapatılmaması için hazırlanan reklam filminde rol almıştı. Yıldız, dershanelerle ilgili de “Testlerden kurtulmamız lazım. Dershaneler o zaman kendiliğinden dönüşecektir.” demişti.

 

-ABD Başkanı Barack Obama tarafından Genç Bilim İnsanları ve Mühendisler Başkanlık Kariyer Ödülü’yle onurlandırıldınız. Bu prestijli ödülü Obama’nın elinden alacaksınız. Neler hissediyorsunuz?

 

PECASE, Amerika’da genç bilim insanlarına ve mühendislere devlet tarafından verilen en prestijli ödül. Bizzat başkan tarafından veriliyor. Böyle bir ödüle layık görülmek kendi adıma ciddi bir mutluluk vesilesi oldu. Aynı zamanda daha çok çalışmam ve büyük projeler pesinde koşmam için önemli bir teşvik olarak görüyorum. Bu ödülün genç akademisyenlerimiz için hedef büyütmek manası taşıdığını da düşünüyorum.

   

-Kendinize nasıl bir hedef koydunuz? Lise sıralarındayken bugünleri hayal eder miydiniz?

 

İki hedefim var. Birincisi; kendi bilimsel alanımda dünyada söz sahibi üç-beş kişiden biri olmak. İkincisi; ileride insan sağlığı ve biyoteknoloji uygulamalarında önemli gelişmelere sebep olabilecek çalışmalar yapmak ve alanımdaki temel sorulara cevap bulabilmek. Bunlara ulaşabilmek için de bir ömür boyu hedeften sapmadan yüksek tempoda çalışmak ve sürekli yenilenmek gerekiyor. Umarım bu hedefler hayalde kalmaz. Lise yıllarında bilim adamı olmayı aklıma koymuştum, fakat bugünleri görmem mümkün değildi. Belki de bunun en önemli etkeni çevremde o zaman örnek alabileceğim bilim insanlarının olmayışı veya bu kişilere kolay ulaşmamın mümkün olmayışıydı. Bu sebeple, Türkiye’ye her geldiğimde elimden geldiği kadar üniversite ve lise öğrencileri ile ilgili programlara katılmaya, onlarla tecrübelerimi paylaşmaya çalışıyorum.

 

-Tamamladığınız veya şu an üzerinde çalıştığınız projelerinizden biraz bahsedebilir misiniz?

 

Doktoraya başladığım yıllarda, hücre içerisinde yol vazifesi gören filamentler üzerinde yürüyen proteinlerin bunu nasıl başardıklarını çalıştım. Bu proteinler, kendilerinden katbekat büyüklükteki kargoları (mesela organeller, vezikuller, proteinler) hücrenin bir köşesinden öteki köşesine kısa zamanda taşıyabiliyor. Özellikle sinir hücrelerindeki bu proteinler 1 metreden daha uzun olabilir. Bu taşımacılık görevi çok önemli; çünkü mesafeler uzak olduğundan kargoların başka şekilde hedeflerine zamanında ulaşma imkânı yok. Bu sebeple, motor proteinlerle alakalı bozukluklar ve problemler, özellikle motor nöron dejenerasyonu ve Alzheimer gibi sinir sistemi ile ilgili hastalıklara sebep veriyor.

 

-Biraz daha açabilir miyiz?

 

Motor proteinlerin yapısı insanınkine benziyor: İki ayakları, iki bacakları, bir gövdesi ve iki elleri var. Elleri ile kargolara, ayakları ile filamentlere bağlanıyorlar. Bacaklar yürümeyi sağlıyor, ama nasıl? Bunu gözlemlemek için biz laboratuvarda bu proteinlerin bir ayağına sarı ışık yayan, diğer ayağına kırmızı ışık yayan boya molekülü yapıştırdık. Önce, bu boyaların pozisyonunu 1 nanometre (metrenin milyarda biri) çözünürlükte gözlemleyen bir metot geliştirdik. Daha sonra proteinler yürürken boyaların porsiyonlarının nasıl değiştiğini anladık. Bu deney, karanlıkta göremediğimiz bir insanın ayaklarını takip etmek için bir ayağına sarı, diğer ayağına kırmızı lamba bağlayıp lambaların hareketinden kişinin nasıl yürüdüğünü anlamak gibi.

Deneyin sonucunda, motor proteinlerin insanlar gibi sağ-sol adımlar attığını gördük. Daha sonraki yıllarda çok çalışılmamış olan dynein proteinin nasıl yürüdüğü, niçin diğer proteinlerin tersi istikamette gittiği, adımları atmak için güç ve enerjiyi nasıl sağladığı soruları üzerine yoğunlaştım. Son zamanlarda kromozomların ucunda hücreyi kanser ve yaşlanmaya karşı koruyan telomer DNA’sı üzerine çalışmaya başladım. Bu DNA parçasının ne şekilde korunduğu ve nasıl sentezlendiğinin mekanizmasını anlamaya çalışıyorum.

 

-Gelecekte sizin ilgi alanlarınızdan hayatımızı değiştiren ne gibi yenilikler göreceğiz?

 

Bu alanlardaki önemli gelişmelerin ileride kanser, yaşlanma ve norolojik hastalıkların tedavisinde daha etkin ilaçlar geliştirme konusunda yardımcı olacaklarını düşünüyorum. Günümüzde birçok hastalığın sebebinin bir proteine, hatta bazen proteindeki bir amino asidin mutasyonuna bağlı olduğu anlaşılıyor. Bizim amacımız hücre içinde proteinlerin ve DNA’nın bu harika fonksiyonları nasıl yerine getirdiklerini anlamak. Bunların anlaşılması tedavi yöntemlerini daha spesifik, daha etkin ve zararsız kılabilir.

-Üniversite sınavında yüksek puan aldınız. Daha popüler bir bölüm okumak yerine niçin bilim adamı olmayı seçtiniz?

Fizik bölümünü birinci tercih olarak yazmaya karar verdiğimde ailemden ve çevremden ciddi tepkilerle karşılaştım. Haksız da sayılmazlardı, çünkü fizik bölümünden mezun olan birisinin Türkiye’de piyasada iş bulması kolay değil. Üniversitede akademik pozisyona geçmeleri sonu belli olmayan uzun bir maraton. Bugün bu mantık daha fazla ağırlığını hissettirmiş gibi; çünkü temel bilim bölümleri Türkiye’de tercih sıralarında sonlarda. Bilkent, Boğaziçi gibi üniversiteler dahi çok düşük tercih sırasında öğrenci alıyor bu bölümlere. Acaba memleketimizde en iyi öğrencilerin hepsi gerçekten doktor mu olmak istiyor, yoksa bu meslekte daha kolay para kazanabileceklerini mi düşünüyorlar? Bu işin içinden çıkamıyorum. Öğrenciler belki de geçmişteki bazı acı tecrübelerden dolayı kolaycılığı ve sağlamcılığı tercih ediyor. Oysa olması gereken, herkesin kendi ilgisine uygun meslek seçmesidir; yüksek puanlı popüler bolümler neyse ona göre sıralama yapması değil.

 

-Ama bizim yüksek puanlı tıp, mühendislik, hukuk gibi bölümlerden mezunlara da ihtiyacımız var.

 

Elbette, bizim bilim insanlarının sayısından daha çok doktora ve mühendise ihtiyacımız var ama kaliteli bilim insanlarına da ihtiyacımız var. Ben ilgimin bilimsel araştırma olduğuna inanıp kendime güvenerek bu riski aldım. Çevremdeki insanların uyarılarını umursamadan hayatta istediğim şeyi yaptığıma inanıyorum. Hiç de pişman değilim. Bu arada bilimle iştigal etmeyi herkese tavsiye etmiyorum. Bir alanda fazlasıyla yoğunlaşmak ve soyutlanmaktan gocunmayan, sürekli analitik düşünüp kendini yenilemekten usanmayan, ömür boyu yüksek tempoda çalışıp rekabetten çekinmeyen ve bunun neticesinde de çok yüksek bir gelir beklemeyen maceraperest insanların işidir bilim. Rekabette ezilebilecek kişiler için akademik hayatı tavsiye etmiyorum. Amerika’da, sadece en iyi performansı gösterebilen öğrenciler akademisyen olabilir. Doktora programına 50 öğrenci girer, ortalama iki üç kişi hoca olur.    

 

-Master ve doktora çalışması için neden yurtdışını tercih ettiniz?

 

Bu iş en üst seviyede yurtdışında yapıldığı için. Akademik çalışma yapmak isteyen herkese tavsiyem yurtdışı tecrübesi edinmeleri. İngilizcelerini akıcı bir üslupla konuşacak ve yazacak hâle getirmeliler. Sadece ülkemiz için değil, Almanya ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerde de doktora öğrencileri ve post doktora yapanlar için yurtdışı tecrübesi genellikle birinci tercihtir. 2001’de ekonomik krizin olduğu günlerde üniversiteden mezun oldum. Türkiye’de bilimsel araştırma fonları komik denilebilecek rakamlardı. Sadece birkaç yerde saygıdeğer dergilerde yayınlar çıkıyordu. Şimdilerde daha iyi durumdayız. Araştırma fonları çok daha yüksek, beş altı ayrı üniversiteden güzel yayınlar çıkıyor. Bu da bizleri sevindiren, geleceğe umutla bakmamızı sağlayan gelişmeler.

 

-Çalışmalarınızı Türkiye’de sürdürme imkânı var mı? Türkiye’de Ar-Ge için sağlanan sosyal ve mali ortamı nasıl buluyorsunuz?

 

Akademik çalışmalar ve üniversitenin niteliği ve imkânları ile alakalı son 10 yılda oldukça önemli gelişmeler yaşandığı doğru. Fakat Türkiye’deki araştırma fonları geçmişe göre çok daha iyi olsa da Avrupa ve Amerika’nın hâlen çok gerisinde. Birçok genç araştırmacı verilen ödüllerle ülkeye geri kazandırılsa da uzun dönem çalışmaları besleyecek oturmuş bir fonlama sistemi yok. Ayrıca ırk, din, görüş ve arkadaşlık bağları gözetilmeden, objektif olarak önüne gelen projeyi değerlendirme kültürünün yerleşmiş olduğunu kaç kişi iddia edebilir? Türkiye’ye kesin dönüş yapan arkadaşlar en büyük zorluğu üniversitedeki sistemle ve kişisel ilişkilerde yaşıyor. Daha çok özgürlüklerinin bölüm başkanları ve dekanlar tarafından tahakküm altında tutulduğundan, ders yükünün fazla olmasından dolayı araştırma yapmaya vakit bulmadıklarından, hizipçiliğin ve adam kayırmanın yaygın olmasından, hocaların dünya görüşüne göre değerlendirmesinden, akademisyenlerin birbirleriyle ortak proje yapmak yerine kutuplaşması neticesinde kavgalı olmasından şikâyet ediyor. Türkiye’de bilimsel araştırma yapacak gerekli niteliklere sahip öğrenci bulmak ve uygun şartları taşıyanları burada tutmak da çok kolay değil. Bu ancak sürekli üstüne koyarak, imkânları ve bilimsel atmosferi geliştirerek mümkün olabilir.

 

-Sizin çalıştığınız üniversitede bu türden sorunlar yaşanıyor mu?

 

Bu tip problemlere bazen burada da rastlıyoruz; fakat burada sistem uzun yıllar öncesinden oturtulmuş. Herkese kendi işine bakması, yöneticilere de altındaki çalışanları mutlu etmesi öğretilmiş. Ben mesela kendi üniversitemde mesai saatlerinde politika, din, futbol, siyaset ve dedikodu konuşulduğuna fazla rastlamadım. Ne zaman bu mevzuları aşarsak gerçek başarının onun akabinde geleceğine inanıyorum.

 

-ABD’de durum nasıl? Ne gibi teşvik edici veya tam tersi işinizi zorlaştıracak kişi ve uygulamalarla karşılaştınız?

 

Mesela, ben Amerika’nın en saygın üniversitelerinden birinde çalışıyorum. Buradaki ortam araştırma yapmak için çok uygun. İyi öğrenci bulmakta zorluk yaşamıyorum. Bu öğrenciler özgüveni, genel bilgisi, bağımsız düşünebilme ve kendini ifade edebilme yönüyle Türk öğrencilerinden genelde daha iyi eğitim almışlar. Bizden de çok iyi öğrenciler çıkıyor ama içindeki cevheri ortaya çıkarmak için saçlarınızın bir kısmından feragat etmek zorunda kalabilirsiniz. Bu da eğitim sistemimizin hâlen ezberciliğe, sınava ve teste dönük olmasından; eleştiriye, sunuma, projeye, aktiviteye Batı ülkeleri seviyesinde yer vermemesinden kaynaklanıyor. Burada sistem oturmuş, dönemde maksimum üç saat ders veriyorum, geri kalan vaktimi öğrencilerime ve araştırmalarıma adıyorum. Kimse benim Türk olmama, Müslüman olmama, İngilizceyi aksanlı konuşmama vesaire takmış gibi gözükmüyor. İşimi yapmak için idarecilerle ve üniversite sistemi ile mücadele etmeme gerek kalmıyor. Açıkçası zihin olarak rahatım ve başarılı olamazsam bunun tek sorumlusu benim. Bu duygu da beni mutlu ediyor ve çalışmamak ve tembellik yapmak için bahane üretemiyorum.

 

-Amerika’da hiç mi zorluk yok?

 

Engeller yok mu, elbette var. Mesela bir yabancı olarak Amerikalılarla çok sıcak ilişkiler geliştirmek veya bazı kişilerin kurduğu arkadaşlık ortamına dâhil olmak kolay olmuyor. Çevre edinmek için ekstra gayret göstermek gerekiyor. Bazı öğrenciler kendi kültürüne daha yakın olduğundan yerli hocaları tercih edebiliyor. Bir de burada yerli yabancı herkesi ilgilendiren zorluklar var. Mesela, üst seviyede araştırma yapmaya çalışan kişiler arasında rekabet bazen dayanılması zor bir hâle gelebiliyor. Öndeki kişiler sürekli değişebiliyor ve sadece sürekli iyi iş üretebilen kişiler ayakta kalabiliyor. Ayrıca, son birkaç yılda bütçe kesintileri sonucu araştırma fonları çok düştü. Eskiden yüzde 20’lik kesim rahattı. Bugün bu oran yüzde 4 seviyelerinde. Geri kalanı ise ‘Araştırmalarımı devam ettirebilir miyim?’ endişesi yaşıyor.

 

-Bir gün memlekete dönmeyi düşünüyor musunuz?

 

Neden olmasın? Memleketimde yaşasam çok daha mutlu olacağım. Sosyal hayatımın şimdikinden katbekat daha aktif olacağına eminim. Benim için Türkiye’nin yemekleri, tarihi, kültürü, aileme yakın olmak, futbol maçlarını akşam saatlerinde televizyondan seyredebilmek gibi sayısız avantajları var. Fakat hâlen üniversite sistemindeki sorunlar, temel bilimlere karşı ilgisizlik ve memleketteki siyasi belirsizlikler –ki her şey eninde sonunda buna bağlı– burada kalmamın şu an daha mantıklı olduğunu hatıra getiriyor.

 

-Dünyadaki yaygın kapitalizm bilimsel çalışmaları bir yönden teşvik edici gözükürken diğer yandan para ve kâr ile ölçerek fren görevi görmüyor mu? Bu konuda devletin teşvik edici görevi hakkında neler söylersiniz?

 

Elbette! Özellikle küçük ülkeler bilimsel çalışmalara pragmatik yaklaşıyor. Verilen paranın üç sene sonunda 10 katıyla geri gelmesi hayallerini kuruyor. O sebeple teknoloji desteklenirken temel bilim atıl kalıyor. Fakat teknolojik araştırmalar temel bilimden beslendiğinden ülkede bu konuda yeterli birikim yoksa 10 sene sonra nefes kesiliyor. Maratona devam edemiyorsunuz. Ayrıca, sürekli o ülke ile alakalı sorunları çözücü araştırmalar yapılıyor. Mesela bizde Kırım-Kongo kenesi veya sadece ülkemizde bitkilerde görülen özel bir hastalığın çaresi gibi. Bu araştırmaların çoğu başkalarını fazla ilgilendirmediğinden dünya çapında fazla ilgi göremeyebiliyor. Doğru olanı, teknoloji, sanayi, sağlık ve tarım problemlerimizi çözmeye çalıştığımız gibi meseleyi bir bütün olarak ele almamız gerekiyor. Mesela ilaç sanayiinin memleketimizde özgün bir ilaç üretebilmesi için öncelikle hayvanlar üzerinde ilaç test edebilen akredite sahibi laboratuvara ihtiyaç var. Ayrıca o kurumda çalışabilecek nitelikte biyolog yetiştirebilecek altyapı lazım. Biri olmadan diğer basamağa zıplayamazsınız.

 

-Türkiye’deki üniversitelerin istenilen yere varmasının önündeki en büyük engel nedir?

 

Konunun uzmanı olduğuma inanmıyorum. Mevzunun televizyon kanallarında hatta TBMM’de enine boyuna tartışılması gerektiğine inanıyorum. Kendi dar anlayışımla, en önemli sorun bence sistem eksikliği. Mesela burada post doktorasını tamamlayıp tüm enerjisi ile Türkiye’ye yardımcı doçent olarak dönenler şunları söylüyor: “Haftada 10-20 saat derse giriyorum, bırak makale yazmayı konuşacak hâlim kalmıyor. Dersin asistanı yok, haftada 200 sınav kâğıdı okuyorum. Bölümlerde finansal, yönetimsel ve lojistik yardım sunabilecek sekreterler yok. Her şeyi hocaların kendisinin yapması bekleniyor. Yeni gelen her bölüm başkanı bölümü krallıkla yönetmeye kalkıyor. Kendi yönetimsel fantezilerini hayata geçiriyor. Mesela her hocaya gelirken ve çıkarken kâğıt imzalattıran bile var.” Vakıf üniversitelerine, Boğaziçi ve İTÜ gibi okullara gidenler daha iyi bir ortamla karşılaşıyor. Fakat bu okullar üzerlerine düşen liderlik vazifesini ne kadar yerine getiriyor? Ne kadar ses getiren bilimsel çalışma yayımlayabiliyor? Doktora yapacak nitelikli öğrenci bulamamanın, fonların kısıtlı olmasının, ders yükü yoğunluğunun, politik ve kişisel ayrışmaların buralarda da geçerli sorunlar olduğuna inanıyorum. Aslında keşke buradaki birçok araştırmacı ile kapsamlı bir araştırma yapılsa. En temel mevzulara YÖK ve TÜBİTAK çare arasa, belki bir kısım sorunları kısa zamanda aşabiliriz.

 

MAKALE SAYISI PATLADI AMA ATIF SAYISI YERLERDE

Türkiye’de nasıl bir sistemle bilimsel gelişmenin önündeki engeller kalkar?  

Aciliyeti olan meseleler var. Araştırma fonlarını artırmak, üniversite sayısını artırmak, üniversitelerde kadro açmak, ders yükünü limitlemek, gelişen alanlara yatırım yapıp, geçerliliği kalmamış bölümleri azaltmak, eğitim teknolojilerine kaynak yatırmak gibi. Bir de bazı temel sorunlar var ki bunları kâğıt üzerinde çözmek o kadar kolay değil. Bir kere insanımızı çalışarak ve alanında başarılı olarak hak ettiği yerlere gelebileceğine ikna etmemiz lazım. Sürekli başarıyı ödüllendirmek, teşvik etmek ve imkânları ilk başta bu kişilere sunmak lazım. Başarıyı ödüllendirme sisteminin boşluklara meydan vermeden oluşturulması, boşluklardan fayda sağlamak isteyebileceklere fırsat tanınmaması lazım. Mesela, TÜBİTAK makale başına para vermeye başladı. Türkiye’de çıkan makale sayısı İsrail’dekini geçti. Fakat makale başı atıf sayısı yerlerde geziyor. Demek ki makalenin niceliği değil, niteliği önemli. Uluslararası konferansa katılanlara teşvik amaçlı para önerildi. Bu sefer Bulgaristan’da Azerbaycan’daki adı sanı duyulmamış konferanslara gidişler arttı. Alınan her fon başına hocalar kendilerine ekstra maaş yazabiliyor.  Bu sefer iş ticarete döner oldu. Tabii ki başarılı olan akademisyenler daha çok kazanmalı. Ama diğerlerinden beş on kat daha fazla değil.  Ayrıca insan kayırmanın, fişlemenin, ahbap çavuş ilişkisinin, torpilin olduğu bir ortamda bu dediklerim olmaz. Mesela burada rektörler ve dekanların çoğunluğu tartışılamayacak derecede başarılı isimlerdir. Ödüller üç aşağı beş yukarı hak edene verilir. Böylelikle insanlar bütün gün başkalarını ve yapılan haksızlıkları konuşmaz, işlerine bakar. Son olarak, tartışmaya açık bir önerim var; Türkiye’deki akademik ortamın bir adımda düzelmesi mümkün değil. Bunun yerine beş on tane pilot üniversite belirlenip onların 10 sene içerisinde dünya standartlarına çekilmesi ve diğer kurumlara örnek olmaları daha isabetli bir strateji olabilir. Her üniversitenin doktora programı açmasına gerek yoktur. Bir kısmı öğretim, bir kısmı araştırma üniversitesi olarak ayrılır, imkânlar gereksizce dağıtılmamış olur. Dünyanın birçok ülkesinde üniversiteler arası farklı kategoriler vardır. Bizdeki gibi her şey tek elden, merkezî yönetilmeye çalışılmaz.

 

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.