Durmak yok, hakarete devam!

Süper kahramanlı filmlerin değişmez bir sahnesi vardır. Ne zaman kahramanımız bir kötü adamı yakalamak üzere hamle yapsa, rakibi etraftaki masumlara zarar verecek saldırıyla cevap vererek  kahramanı onları kurtarmaya mecbur bırakır. Böylece kötü adam o an için kurtulur. Kahramanımızın bağlı olduğu kurallar vardır çünkü. Masumların zarar görmemesi her şeyden önemlidir. Rakibiyse kural tanımaz… Kendisini kurtarmak için zarar veremeyeceği bir insan, yıkıp atmayacağı bir ölçü yoktur. Ne var ki, bu filmlerin sonunda hep iyiler kazanır.

Bugünlerde Türkiye’de yaşananlara bakınca aklıma bunlar geliyor. Bir yanda kendilerini hiçbir kayıtla sınırlandırmadan yalan, iftira, gıybet ve hakaret aklınıza ne gelirse boca eden gazete, televizyon ve sosyal medya unsurları, diğer tarafta ellerine ulaşan her bilgiyi kılı kırk yararcasına dikkatli kullanmaya özen gösterenler.

Bir tarafta hem de en üst perdeden ve en üst makamlardan koca bir harekete meydanlarda devamlı hakaret edenler. Diğer yanda şimdilerde sessizlik murakabesine dalmış ve etrafındakilere daima sükuneti, itidali telkin eden bir Hocaefendi ve Hizmet gönüllüleri.

Bu hakaret ve iftiraların onda biri başka bir camiaya yapılmış olsa, bugün Türkiye sokaklarında çok farklı manzaralarla karşılaşıyor olabilirdik. Allah’a şükür ki, Hizmet gönüllüleri her şeye rağmen bu işin manevi liderinden aldıkları terbiyeyi muhafaza ediyor ve edecek.

Peki yaklaşık yüz yıllık bir geleneğin bugünkü temsilcilerine bu denli ağır hakaretler daha önce yapılmış mıydı? Hayır! Ne en katı askeri idareler ne de herhangi bir inançsız zümre bu seviyede yalan, iftira ve hakaretlerde bulunmadı bu insanlara karşı. Hele hiç bir zaman bir başbakan, meydanlarda herhangi bir dini hareketin, cemaatin veya tarikatın büyüğünü böyle seviyesiz hakaretlerle yuhalatmadı.

Peki bu kin ve nefretin sebebi ne ola ki?

Üzeri örtülüp saklanmaya çalışılan ve tamamının ortaya çıkması halinde yeri yerinden oynatacak büyüklükte bir yolsuzluğu işaret ediyor gördüklerimiz. Sadece basit bir yolsuzluk meselesi mi? Yoksa çok daha büyük, daha karanlık sırların ortaya çıkacağı endişesi mi? Kendi ailesinin ve etrafındaki çok küçük bir azınlığın selameti – ya da ikbali – adına koca bir ülkeyi yangın yerine çevirmek neyle  izah edilebilir?

Gerçek şu ki, başbakan attığı her adımla akibetine doğru daha da hızlanarak gidiyor. Yaptığı her icraat hesabını kabartıyor. Mahkemesine giden yolu kendi elleri ile döşüyor. Yanına kimseyi yaklaştırmamak için etrafına ördüğü anayasaya aykırılıklarla malul kanunlar aynı zamanda onun kaçıp kurtulmak istediğinde kendisine yol vermeyecek muhkem duvarlar haline gelecek.

Kendisinden beklenen çok farklı şeyler vardı halbuki. Enerjisini kucağına düşecek işadamlarını beklemek yerine, demokrasi ve insan haklarına dayalı daha özgürlükçü bir anayasa yapmak için harcasaydı keşke. Oğluyla konuşmaları millet adına hayırlı işlerin fedakarane çalışılarak yapıldığını içerseydi ne olurdu? Sıfırlamak veya sıfırlatmak istediği şey egosu olsaydı mesela. Ama o tam tersini seçti. Ya da bir şekilde girdiği yoldan artık dönemedi ve şimdi hızla akibetine doğru sürükleniyor.

Korku ve endişeyle dolu bir suçluluk hali var simasında. Her türlü bel altı vuruşa rağmen dağılmayan bir gönüllüler topluluğu sessiz sedasız işini yapmaya devam ediyor. Sadece haklılıklarını ifade adına sosyal medya platformalarında ilk günkü heyecanla fikirlerini söylüyorlar. Ve bu onu endişeye sevkediyor… Rüzgarın kayadan alıp götürdüğü kadar bir parça bile koparabilmiş değil bu insanlardan ve bu onun uykularını kaçırmışa benziyor.

Hizmet hareketine gönül verenlere gelince onlar rahat. Allah’ın haklarında vereceği her türlü kararın, kendileri için burada veya öbür tarafta ya da her iki yerde hayırlı olacağına dair inançları tam. Sarsılmak şöyle dursun vesvese bile girebilmiş değil duygularına. Hizmetlerine tüm hızla devam ediyorlar. Ulaşabildikleri kadar insana ulaşma adına, Türkiye’de ve dünyanın başka yerlerinde gece gündüz koşturuyorlar. Maşeri vicdanda kabul görmüş olmaları Allah’ın bir inayeti. Yollarının makuliyeti de ayrıca bir tasdik edilme vesilesi. Herkesi kendi konumunda kabul ediyorlar, herkesle diyalog kurabilecekleri zeminleri araştırıyorlar. Ellerinde meşaleler bütün karanlık noktalara ışık götürmeye çalışıyorlar.

Ancak en üst perdeden yapılan iftiralar kalplerini kırmıyor değil. Hocaefendi’ye edilen onca hakaret bir yana, bir de bu hakaretler karşısında iki çift laf bekledikleri insanlardaki ölüm sesssizliği dağlıyor onların yüreğini. Ruhlarından bunun tesirini kolay atacağa da benzemiyorlar.

Lütfen bakınız başbakanın son söylediklerine. Hocaefendi’nin evlenip çoluk çocuğa karışmamasını diline doluyor kendileri. O’nun güya evlat sevgisini bilemeyeceğini söylüyor. Diğer taraftan da binlerce vatan evladının yerlerini bu kış-kıyamette  hukusuzca değiştiriyor, oradan oraya sürüyor onları. Ortada tek bir somut delil yokken vatan, millet sevgisiyle dünyanın dört bir yanına açılan insanlara olmadık hakaretleri yapıyor bu insanlar da birilerinin evladıdır demeden.

Evlat sevgisini sadece kendi çocuklarına hasreden başbakan öyle görünüyor ki, eğer Hz. İsa zamanında yaşasaydı onun bekarlığından dem vuracak –haşa- evlat sevgisinden mahrum olduğunu diline dolayacaktı. Daha birkaç gün önce meydanlarda ismini kullandığı Üstad Bediüzzaman Hazretleri de nasibini alıyor tabii bu hakaretlerden.

Sonra Bişri Hafi gibi, İmam Nevevi gibi, Taberi gibi, Darimi gibi, Zemahşeri gibi, alimler de giriyor ilgi alanına dolayısıyla. Zira bunlar ilim uğruna evlenmeyi hiç düşünmemişlerdi. Muhtemelen Abdulfettah Ebu Gudde’nin El Ulemau’l Uzzab (Bekar Alimler) adlı eserinden de haberdar değildir kendileri. Biraz göz atmış olsaydı zira şehit Seyyid Kutub’un da hakaretlerden nasibini alacağını bilirdi.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.