Ağlayın su yükselsin belki kurtulur gemi

Kaç kere davrandım ama bir türlü yazmak gelmedi içimden. Ne zaman klavyemi zorlasam, dimağım itiraz etti. Ne vakit hadi bu kez desem kalbim olmaz dedi. O yüzden bir süre yazamadım. Ne ki insan sözün bittiğini düşündüğü zamanlarda bile tarihe not düşmek adına birşeyler yazıp söylemeli diyerek tekrar zorladım kendimi.

Gerçekten de sözün bittiği yerde durduğumuzu düşünüyorum.  Gayrı bundan öte sadece duaya kilitlenip, sadece “Herşeyi Bilen’e” havale ederek neticeyi beklemek gerekiyor. Ama yarın keşke dememek için bir kaç cümle de olsa yazmaya çalışıyorum.

Kibir dağları aşmış vaziyette. Karşımızda kendilerini her türlü noksan ve eksiklikten münezzeh gören bir kadro var. Ne yaparlarsa, ne söylerlerse doğru. Her tavırları bizim gibi basit insanların anlayamayacağı hikmetlerle dolu. Onlar vazgeçilmez insanlar! Onlarsız hiç bir hayırlı iş olmaz!

Kendinde özgül ağırlık varsayan bir bakan efendinin bir kaç ay önce hepimizi hizaya dizip kendimize getirdiği cümlelerin tecessüm ettiği bir topluluk. “Onlar varsa varız, onlar yoksa yoğuz.”

Hem biz kimiz ki? Ne işe yararız? Sadece kabul etmekten ibaret olan bir irade ortaya koyabiliriz. En iyisini onlar bilir!

Bu tavır ve hep başkalaştırarak aşağılama tarzı artık bu oligarkların hayat felsefesi oldu. Ağzını açanın fırça yediği, cenaze evinde tekme tokat etrafa saldırılan bir tarz bu.

Pazarda tezgahını toplayan bir işportacının hasılat sayması edasıyla bu işi 301 bilemediniz 302 kayıpla kapatırız pervasızlığının altında da bu küçük görme, değer vermeme ve aşağılama tarzı yatıyor.

Bu arada; “bu tokat işinin de en iyisini onlar mı bilir?”, “Vatandaşını en iyi tokatlayan bu kadronun lideri mi?” diye basit bir araştırma yaptım ve ondan daha iyisini(!) tarihin çok eski olmayan sayfalarından çıkardım. Öyle 1866’lı yıllara kadar gitmeme gerek kalmadı. 1907’nin Amerika’sına da uzanmadım.

Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonraki yıllarda, çok da uzak olmayan bir yerde aradığımı buldum. Sene 1928, dönemin İran Şahı daha önce yasakladığı pek çok şey (ki bunlara dini bayramları kutlamak da dahil) karşısında çareyi protesto etmekte bulan ulema sınıfına karşı daha fazla baskı ve şiddetle cevap verir ve dikkat edin, hiç üşenmeden Tahran’dan kalkıp ta Kum şehrine gider. Şehrin en büyük camisi olan Hz. Fatıma Camii’ne ayakkabıları ile girip oradaki medrese öğrencilerini bizzat elleri ile dövdükten sonra ayetullahlardan birisini de kırbaçlatır.

Gördüğünüz gibi muhterem okuyucular bizimkinin yaptığını çok fazla büyütmeye gerek yok. Maden kazaları ile ilgili örnekleri 150 sene öncesinden veren birinin 90 sene öncesinden kendisine örnek seçmesi anormal sayılmaz.

Tamam da bu iş nereye varacak? Memleketi babalarının malı gibi görüp pervasızca hüküm sürmeye çalışan bu güruh daha ne kadar sürdürecekler bu tavırlarını?

Hiçbir hadiseden ders çıkarmayan, hiçbir musibeti üzerlerine alınmayan hep başkalarını suçlayan bu insanların ne zaman akılları başlarına gelecek?

Nice büyük zatlar herhangi bir musibet geldiği zaman, olanları kendilerinden bilir ve dua dua yalvarırlarmış. Nitekim Hz. Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık olmuştu, o Büyük  Halife umumi musibeti kendinden biliyor ve “Allah’ım! Benim günahlarım yüzünden Ümmet-i Muhammed’i açlıkla helak etme!’ diye  dua ediyordu. Hz. Ömer’in yanından hiç ayrılmayan Hz. Eslem der ki: “Eğer kıtlık bir müddet daha uzayacak olsaydı, Mü’minlerin Emiri üzüntüsünden ölecekti.”   

Nerede onlar nerede biz! Ama idarenin başında olanlar memlekette bunca musibet varken herşeyi paralele bağlama paranoyasına kapılmış gidiyorlar. Bir kaç dostane kelam edelim diyene demediklerini bırakmıyorlar. En basit hakaretin bile “vatan hainliği”, “satılmışlık”, “İsrail uşaklığı” vs. olduğu bu ortamda ağzını açmaya cesaret edenler Komünist Sovyet dikta rejimindekiler gibi paralanıyor.

Bakın o dönemle ilgili neler söylüyor rahmetli Bahtiyar Vahapzade ‘Örümcek Ağ Bağladı’ adlı şiirinde:

“…Kime diyek derdini, bu devranın, bu  günün?/Vazifeye sümsünen,/ Vazife kürsüsünün/ Birinci pillesinde merkezden nohtalandı./ Erkekliği vardısa, bu anda ahtalandı./ Yürekteki cesaret./ Merdanelik,/ Deyanet,/ Çiğnendi,/ Yağmalandı…”

Ve sanki günümüzün havuz medyasında boy gösteren sahte demokrat cüce kalemleri anlatıyor:

“…Vicdan, düzlük, hakikat sürgün oldu bu yerden./ Yaltaklık ve ihanet silahını yağladı./ Cesaret kılıcının ağzı düştü keserden,/ Kabzasında, kınında örümcek ağ bağladı.”

Ortada hakikatı ifade edecek bir avuç cesur aydın, düşünce adamı kaldı. Allah’tan onlar konuşuyor, yazıyor. Yoksa hakikat büsbütün susacak ve Allah muhafaza buyursun belki de memleketimiz çok daha büyük bela ve musibetlerle imtihan olacak.

Zira başımızdaki idarecilerimiz ne susuzluğu, ne mahsüllere vuran don olaylarını, ne pek çok şehrimizdeki su baskınlarını, ne depremleri, ne Soma’yı kendilerinden biliyorlar. Varsa yoksa paralel, varsa yoksa cadı avı. Sürgünler, açığa almalar, işadamlarına baskılar, tehditler, hakaretler, hayırlı işleri engellemeler, ve daha neler ve neler.

Gayrı bize Necip Fazıl rahmetli gibi demek düşer;

“Ağlayın su yükselsin!/ Belki kurtulur gemi.”

Yoksa? Yoksası yok. Belki de sular çoktan yükselmeye başladı;

“Tut ki tufan olur yıkılır dünya./ Bir güvercin ot getirir gemiye…”

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.