Siyaset hayatın merkezinde olunca…

“Müşfik Diktatör” kitabının yazarı Vedat Bilgiç “Düşmana Duyulan İhtiyaç” başlığı altında şunları söylüyor: “Sorunu kendi içinde aramak yerine dışarıdaki ötekini suçlamak daha rahatlatıcıdır.” Ve ilave ediyor: “Yüzleşme bazen kaldırılamayacak derecede ağır bir yük ise kişiliğin bölünme riski vardır. Bir öteki bulup ona tüm saldırgan dürtüleri yansıtarak kendi ego bütünlüğünü korur.”

Bu satırları okur okumaz aklıma 3 şey geldi. İlki Almanya’da görülen MİT davasında ortaya saçılan dinlemelerde 17-25 Aralık sonrası Fethullah Gülen’in kurban olarak seçileceği ve başının çok ağrıyacağı tarzındaki konuşmalar. Neden? Çünkü aynadaki suretlerine bakma manasına gelen Cumhuriyet tarihinin en büyük ve müdellel yolsuzluk davası ile yüzleşme Vedat Bey’in dediği gibi çok ağır bir yük. Bundan kurtulmanın yolu da bir düşman, bir öteki icat edip bütün yükü onun üzerine yıkmak. Alman istihbaratının dinlemesine takılan konuşmalar da bunu gösteriyor.

İkincisi; öteki üzerinden kendi kimliğini inşa etme. İnsanın sahip olduğu vasıflar kendisini tanımlamaya yetmiyor, ona bir şahsiyet, kişilik ve kimlik kazandırmıyor. O zaman geriye tek şey kalıyor; bir düşman üretip kendi kimliğini onun karşıtlığı üzerine inşa etmek. İnsanlık tarihinde bireyden devlete, aileden kabileye, cemaatten şirkete, milletten ümmete kadar genişleyen halkaların hepsinde var bu. Burada en tehlikeli şey, düşmanın sürekli bir şekilde var olmasının gerekliliği. Dün var olan düşman bugün dost olduysa başka bir düşman bulma ya da üretme zorunluluğu. Ne kadar zor bir hayat!

Üçüncü nokta ise çocukluğumuzda bize öğretilen ve belki de öğrenilmiş/öğretilmiş çaresizliğin en büyük delili olan siyah-beyaz bakış açısı. Düşman üretilmesine de yardımcı olan bu bakış açısına göre, bir şey kötüyse bütünüyle kötü, iyiyse bütünüyle iyidir. Ortası yoktur bu düşünce biçiminin. Mesela Batı dünyasına biz hep böyle bakardık. İslam’a aykırı, Müslüman ahlakına muhalif her türlü yanlışın kökeni ve menşei Batı’dır derdik. Halbuki ilerleyen zaman bize gösterdi ki, hakikat hiç de öyle değil. Evet, Batı’nın İslam inancı ve ahlakı ile örtüşmeyen değerleri ve uygulamaları var ama ferdi, ailevi ve sistemik bazda benimsedikleri öyle değerleri var ki Müslümanlara parmak ısıttırır. İsterseniz bugünkü İslam dünyası ile Batı ülkelerini bu gözle mukayese edin; aynı sonuca ulaşacağınızdan hiç kuşkum yok.

Siyah-beyaz düşünce tarzı ve Batı’nın bütünüyle kötülenmesi gerçeklerle yüzleşme kendilerine ağır gelen idarecilerimiz tarafından ortaya atılan bir çengel diye düşünüyorum. Dünyanın global bir köy haline geldiği, iletişim ve ulaşım vasıtalarının bu kadar kolay olduğu şu günümüzde bile hâlâ böyle düşünen ya da şuurlu bir el tarafından oynanan oyunlarla böyle düşündürülen milyonlar var bizim dünyamızda. Yanılıyor olabilirim. Onlar böyle bir şeyi akıllarına bile getirmemiş olabilir, fakat sonuç benim işaret etmeye çalıştığım noktaya çıkıyor.

Bir hafta önce yaşadığımız bir olayı anlatayım: Münih merkezinde dolaşıyoruz. Hava soğuk ve rüzgârlı. Sonbahar-kış arası bir hava. Rehberimiz “Ben İnegöllüyüm; size bir kestane yedireyim.” dedi ve aynen bizde olduğu gibi cadde başlarında, sokak köşelerinde ateşte kestane kavuran bir ocağın önünde durdu. 7-8 kişiyiz. Her külah içinde 9 tane kavrulmuş kestane var. Hepimiz birer külah aldık. Parayı verdik, tam ayrılacağız, satıcı bir paket daha uzattı. Bu ne dedik; “Belki bu 9 külah içinde çürük ya da iyi pişmemiş olanlar olabilir.” cevabını verdi. Halbuki gözümüzle gördük, hem çiğ kestaneleri tavaya koyarken hem de pişenleri pakete koyarken iyisini kötüsünden ayırıyordu. Ahlaklı her insanın yapacağı türden basit bir hadise bu ama bizleri çok etkiledi. Ağzımızda kestaneler ayak üstü satıcının bu davranışını “Bizde olsaydı” sorusu ile irdelemeye başladık. Herkes düşüncesini söyledi. Geldiğimiz nokta bizi bizliğimizden utandırdı. En anlamlı cümle, içinde destanlık ironiyi barındıran şu iki kelimeydi: “Gavur ha!” Siz içinde bulunduğumuz süreci merkeze koyarak “Müslüman ha!” diye değiştirebilirsiniz. Nitekim değiştiren o kadar çok insan var ki!

İslam, işlevsiz hale getirildi

Değerler hiyerarşisi değişti bizim hayatımızda. İslam işlevsiz bir hale getirildi. Zaten asırlardan beri Hz. Peygamber (sas) dönemi İslam anlayış ve uygulamasından uzak, Müslümanlığı şekle bağlayan ve kelimenin tam anlamıyla “Kültür Müslümanlığı” derekelerinde dolaşıyorduk; şimdi bu derekeyi ‘İslamcılık’ diyerek biraz daha derinleştirdik. Halbuki derekeden dereceye doğru yükselmemiz gerekiyordu. Bunun için de ciddi denebilecek fırsatlar yakalamıştık. Fakat ve heyhat!…

Bir Müslüman için çok tehlikelidir değerler hiyerarşisinin değişmesi. Dünyası adına da tehlikelidir, ukbası adına da. Mümin Allah’ın Kur’an’da buyurduğu emir ve yasakları doğrultusunda hayatını tanzim eder. Anlamadığı yerlerde Nebiler Serveri’ne (sas) müracaat eder. Her ikisinin boş bırakmış olduğu alanları da akılla doldurur. Ulemanın içtihatları, ilmi çalışma sonuçları, beşeri tecrübeler, Kur’an ve sünnetten onay almış gelenek-görenek, örf ve âdetler üçüncü sırada zikrettiğimiz aklın açılımlarıdır.

Kaybeden din olur, ahlak olur

Şimdi asıl olan bu iken, aklı sünnet ve Kur’an’a önceleme, aslında aklı da değil dünyevî nefsi, şehveti, menfaati her şeyin önüne geçirme, Kur’an’a, sünnete ve akla rağmen hareket etme aslında bir bitişin göstergesidir. Ülkemizde siyaseti hayatın merkezine koyan zihniyetin sebebiyet verdiği sonuç maalesef budur ve bu sonucun tersine dönmesi, her şeyin aslî temeller üzerine oturması kısa zamanda olmaz. Neticede kaybeden başta biz sonra gelecek nesiller olur. Bundan daha kötüsü kaybeden din olur, ahlak olur, insani değerler olur. Nitekim bunların hepsi oldu, oluyor ve böyle giderse olmaya da devam edecek.

Yalan, iftira, itham, hakaret, zulüm perdelerinin gerçeklerin üzerini kapattığı bir zeminde bu sonuçlar şimdilik görülmüyor olabilir. Fakat o perdeler bir gün gelecek mutlaka açılacak. Sağdan-soldan esen rüzgârlar hakikati bütün çıplaklığı ile gün yüzüne çıkartacak. Algılar gerçeklerle yer değiştirecek. Sözde adalet deyip adalet adına yapılan adaletsizlikler son bulacak. İşte o gün geldiğinde çokları bugünkü tavırlarına “Vah esafâ!” çekecek. Ama iş işten çoktan geçmiş olacak ve o gün söylenen keşkeler mevcudun kısa zamanda çözülmesi için hiçbir fayda sağlamayacak.

Bediüzzaman’ı hatırladım şimdi. Ne güzel söyler: “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiye’ye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânî’dir.” Ardından şu misali verir: “Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler.

Ne diyelim; Allah akıbet ü encamımızı hayr eyleye.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.