Nerede Duruyorum - 2

Nerede duruyorum demiş ve kimlerin safında yer aldığımı ifadeye çalışmıştım iki hafta önce. Hatırlarsanız Hz. Habil ve Kabil ile başladım Abbasi’lerde noktaladım. Nakaratım Hz. Nuh’un safındayım, Hz. İbrahim’in safındayım şeklindeydi malum.

Ben, istiklal mücadelesi esnasında canıyla malıyla ölümüne mücadele eden zatı ülkesinden ayrılmaya mecbur edecek tarzda tazyiklere maruz bırakan, geri döndüğünde de her türlü sefaleti reva gören vefasız zalimlerin değil; üç kuruşa muhtaç olduğu anda bile yazdığı istiklal marşına takdir edilen ücreti almayacak ve “Allah bu millete bir istiklal marşı yazdırmasın” diyecek kadar gani gönüllü M.Akif’in safındayım.

Bundan sonra zalimleri zikretmeyeceğim. Yoruldum. Failleri değişse de mahiyeti değişmiyor çünkü.

Ben, Kur’an etrafından oynanan oyunların farkına vararak bütün himmet ve gayretini Kur’an’ın tilavetinden tefsirine kadar uzayacak bir talim sürecine sarf eden ve bu uğurda önüne çıkartılan her türlü engeli meşru bir şekilde aşmaya çalışan Süleyman Hilmi Tunahan’ların safındayım.

Bugünde örneklerini gördüğümüz karakuşî kararlarla kanunun çıkmasından çok önce yazdığı şapka risalesinden dolayı hapishanelere konularak özgürlüğünden edilen ve ardından bu yetmezmiş gibi idam edilen İskilipli Atıf Efendi’lerin safındayım.

Ben, “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mi zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen kusur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir canı gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyen Bediüzzaman’ların safındayım.

Ben, 78 yıllık hayatında kendisini düşman bilenlerin zulmü altında inim inim inlemesine rağmen “Sabır benden sabır dileneceği ana kadar sabredeceğim.” diyen, bırakın ihkak-ı hak peşinden koşmayı ona kapı bile aralamayan, 30 yılı aşkın birlikteliğimiz içinde bizatihi müşahade ettiğim tavırları, ortaya koyduğu eserleri, dünya sathına yayılan hizmetleri ile tam bir asr-ı saadet Müslümanı diye nitelendirdiğim Fethullah Gülen Hocaefendi’lerin safındayım.

Buraya kadar zikrettiğim sembol isimlere takılıp kalmayın. Bir de bunlara gönül veren, onların ortaya koyduğu metodlar etrafından insanlığa hizmet eden insanlar  var. Hidayet Karaca’lar, Gültekin Avcı’lar, Mehmet Baransu’lar, Akın İpek’ler, Melek İpek’ler, Memduh Boydak’lar, Hacı Boydak’lar, İlhan İşbilenler’ler, Ömer ve Özer Yerkazanoğlu’lar, Şemseddin Ayyıldız’lar, bu yazıyı kaleme aldığım dakikalarda göz altına alınan Deniz Özergün’ler, Bayram Kaya’lar, Mehmet Bozkurt’lar, fakir çocuklar hayrına düzenlenen kermese mantı ile katkı sağlayan ev hanımları, kurban bayramında et dağıtan hayırsever iş adamları ve daha kimler kimler. İşte ben bunların safındayım.

İnanç adına İslam, düşünce adına yelpazenin sağından verdiğimiz bu zulüm örneklerine, başka inanç ve ideolojiler adına bir çok isim ilave edilebilir, edilmelidir de. Çünkü değişen bir şey yok; sağ ve sol, müslim gayri müslim, erkek-kadın, Kürt-Türk, okumuşu-okumaması mazlum olarak zalimin açmış olduğu zulüm şemsiyesinin altında birleşiyor.

Hatta bazen zulmün toptancılığının yapıldığı zamanlarda öyle birleşmeler oluyor ki kundaktaki bebek bile bu zulmün mazlumu, bu gadrin mağduru oluyor. İnanmıyorsanız Dersim’e, Maraş’a, Gazi’ye, Madımak’a, Başbağlar’a, Uludere’ye, Cizre’ye, Sur’a, Sultanahmet’e ve Ankara’ya bakın. Son 5-6 aydır Güneydoğu’dan Batı’ya göç eden 200 bin kişiye de bakabilirsiniz.

Uzatmayacağım dedim ama uzattım, farkındayım. Öyleyse bitirelim.

Gelin zulüm perspektifinden bakıldığında tarihimizin karanlık günlerini bir kez daha yaşadığımız su günlerde şükredelim Allah’a!

Neden mi?

Zalim olmadığımız ve zalimlerin safında yer almadığımız için.

Şükür namazları kılalım.

Tıpkı Tevfik İleri gibi.

Menderes döneminin Ulaştırma ve Milli Eğitim Bakanı’na müebbet hapis cezası kararı kendisine tebliğ edilince hemen iki rekat namaz kılar. “Neden?” derler. Cevabı: “Zalim değil mazlum olduğum için şükür namazı kıldım.” olur.

Evet, şükür edelim, bizlere “Sahte peygamber, içi boş alim müsveddesi, alçak, lümpen, hain, güruh, cahil, İsrail uşağı, terör örgütü masası, terörist, karanlık aydın müsveddesi” denildiği için.

Şaşırmayın bu teklifimden dolayı.

Kendinizden eminseniz zaten şaşırmazsınız.

Çünkü her şeyden önce siz bilirsiniz ne olduğunuzu ya da olmadığınızı.

Ben biliyorum mesela.

Ben bir hiç olabilirim ama yukarıda sayılanlardan hiç biri değilim elhamdülillah.

Benim bildiğimi, senin bildiğini Allah bilmez mi?

Allah da biliyor elbette.

Beni bildiği, seni bildiği gibi onu da biliyor, onları da biliyor.

Feraseti, basireti, fetaneti ve akleden kalbi olan herkes de görüyor. Görmeyenler de yakın veya uzak gelecekte ve en nihayet ahirette görecek bütün gerçekleri…

Ne diyordu birileri bir zamanlar: “Abdestinden şüphesi olmayanın namazından şüphesi olmaz.”

Hasılı, nerede duruyorum sorusuyla başladım yazıya. Cevabım açık ve net: zalimlerin değil mazlumların safındayım elhamdülillah.

Hamd O’na, Sena O’na, Minnet O’na.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.