Ankara’da güvenlik zafiyeti ve iki anektod

Ankara’da güvenlik zafiyeti ve iki anektod

Bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda Ankara valisi ölü sayısını 25, yaralı sayısını ise 75 olarak açıklamıştı. Vatandaş gazeteciliği yapan bazı kişiler ise sosyal medya üzerinden olayda 138 kişinin öldüğünü yaklaşık 180 kişinin de yaralandığını yazıyordu.

Evet, terör Türkiye’yi kalbinden bir kez daha vurdu bugün. Masum ve sivil insanların öldürüldüğü ve şehit olduğu patlamalar serisinin bir diğer vakası bu. Diyarbakır, Suruç, Sultanahmet, Ankara Tren Garı ve son olarak 17 Şubat 2016’da Ankara’da yaşanan bombalı saldırılardan sonra bugün yine Ankara… Hadiseyi duyar duymaz sosyal medya hesaplarım üzerinden terör ve teröriste lanet veren tepkilerimi paylaştım. Bir kez daha yineleyeyim: Terörün her çeşidine lanet olsun. Kim olursa olsun, masum insanları gözünü kırpmadan öldürecek derecede insanlığından uzaklaşmış, hayvanlığın en alt derekelerinde debelenen bütün teröristlere lanet olsun. Bu saldırılarda hayatını kaybederek şehit olan masum insanlarımıza Allah’tan rahmet, geride kalanlara sabırlar ve yaralılara da acil şifalar dilerim.

İki anekdot anlatacağım bu yazımda ve bugünlere gelişimizdeki sebeplerden birine işaret edeceğim. Muhatabım tarihtir. Yoksa Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Gir de bir bak şu ülkeme; başsız başsız adamlar” kategorisindeki kişilerin anlayacağını sanmam. Türkiye’ye verilmiş uluslararası kredilerin ileriye dönük yatırıma değil de inşaat sektörüne harcanmasını irdelerken birisi şöyle demişti: “Belediyecilik mantığı ile devlet yönetilmez.” Belediyecilik mantığı ile devlet yönetenlerin gerçekten anlayacağını sanmıyorum.

Bugün, yani 13 Mart 2016’da, Ankara Güven Park’ta, Kızılay’ın neredeyse göbeğinde, bazı bakanlıklar ve başbakanlığın iki adım uzaklığında devletin kalbi diyebileceğimiz bir yerde meydana gelen patlama beni 2014 yılının ilk günlerine götürdü. Ankara’da yaşayan ve siyasi kulislere vakıf olan bir dostumla birlikteydik. Malum, Ankara gazeteciliği ve gazetecileri çok farklıdır. Yemek yiyorduk birlikte. 17/25 Aralık’ın travma etkisini atlatan iktidarın yüzlerce polisi –daha sonra bu sayı binlerce oldu- sağa sola savurduğu bir dönem. Sürgün ve tenzil-i rütbenin esas alındığı uygulamalar ilerleyen zamanlarda ihraç, zorunlu emeklilik ve daha da kötüsü terör örgütü üyeliği iftirasıyla davalar açmaya kadar uzandı malumunuz.

Dostum bir endişesini aktarmıştı o gün. Demişti ki; “Emniyet teşkilatında yetişmiş insan potansiyelinin dağıtılması, bu ülkede ve çok yakın bir gelecekte güvenlik zafiyeti oluşturabilir. Terör başta olmak üzere hırsızlık, gasp vs. gibi adi suçlarda bile patlamalar yaşanabilir.” Şaşırmadığımı hatırlıyorum. Çünkü  o günlerde ehl-i insaf köşe yazarlarının temas ettiği ve iktidara ‘yanlış yapıyorsunuz’ diye uyarılarda bulunduğu bir konuydu bu. Yine de sordum: “Nasıl bu kadar emin olabilirsiniz?” diye sordum. Yüzüme baktı ve ‘Bu kadar saflığa pes!’ der gibi acı acı gülümsedi. Alanında uzman, tecrübeli pek çok polisin kıyıma uğradığını ve yerlerine o sahalarda hiç bir tecrübesi olmayan, polislerin farklı farklı departmanlardan terör şubesine, istihbarata sadece biat esaslı olarak yerleştirildiklerini anlattı. “Bu durum sadece suçlulara yarayacak” dedi. Konuşmanın sonunda ‘Yaşayan görür’ der gibi bakan yüz ifadesini hiç unutmuyorum.

Orada “Tenzil-i rütbeye ve yer değiştirmeye maruz kalan emniyet görevlilerinin hepsi cemaatten mi?” sorusunu sorduğumu da hatırlıyorum. “Nereden bileyim? Kimsenin alnında cemaatten diye yazmıyor ama Ankara kulislerinde konuşulan şu: Binlerce ismin yer aldığı bir havuz oluşturdular. Emin olmadıkları herkesi o havuzun içine atıyorlar ve ardından şahsın yaşı, kıdemi, konumuna göre tayin, ihraç vs. karar verip uygulamaya geçiyorlar.”

İkinci anekdot: Gümrüklü hava alanlarımızdan birinde cereyan eden, çifte vatandaşlığı kabul etmeyen bir ülkede yaşayan -ülke adını vermeyeceğim- ve bu sebeple Türk vatandaşlığından çıkmak zorunda kalan bir arkadaşımın başından geçen hadise bu. Hava alanının da adını vermiyorum. Geriye doğru iz sürüp masum görevlilerimizin başlarını ağrıtacaklarından endişe ediyorum. Artık yaşlanmış anne-babasını ziyaret için Türkiye’ye gidiyor arkadaşım. Pasaport kontrolü yapan polisler, kendisini ülkeye alamayacaklarını ve ilk uçakla Almanya’ya geri göndereceklerini söylüyorlar. İlk uçak ertesi gün olduğu için arkadaşımı nezarete koyuyorlar. Geceyi ülkeye kaçak olarak girmeye çalışan bazı Suriyeli ve Iraklılar ile çeşitli suçlardan dolayı aranıp havaalanında yakalanan kişilerle birlikte nezarethanede geçiriyor. Nezarethane görevlisi polis arkadaşımızın abdest, namaz, kıble tespiti, seccade gibi isteklerini karşılamada yardımcı oluyor. Helal süt emmiş bu Anadolu evladı diğerleri yanında gül cemali ile temayüz eden arkadaşımızın yanına gelip onu teskin etmek istiyor  ve “Hocam!” diye söze giriyor. Daha sonra yakın gelecekte en azından kısa filmi yapılacak, korkunun ülkede hakimiyetini ifade eden akademik makalelere konu olacak bir şey söylüyor: “Hani matematik var ya… Geometri var ya…Orada çizgiler var ya!” Bu arada etrafına beni dinleyen var mı endişesiyle göz gezdiriyor ve devam ediyor: “Hani bazı çizgiler yan yana oluyor. İşte sizin burada bulunmanızın, ülkeye girememenizin sebebi o. Üzülme. Bir suçun olduğundan değil.”

Ne demek istiyor bu görevli diye düşünmenize gerek yok. Ben açıklayayım. ‘Başıma bir şey gelir’ haklı endişesinden dolayı “paralel” bile diyemiyor ve onu kendince matematik, geometri, yan yana çizgi vs. diyerek anlatmaya çalışıyor.

İki anekdot dediğim bu. Nedense Ankara’da gerçekleşen masum onlarca insanın ölme ve yaralanmasına sebebiyet veren bombalı saldırı bana bu iki anekdotu hatırlattı ve sizlerle paylaşmak istedim. Devletin çeşitli birimlerinde, karar mekanizmasının içinde bulunan ve an itibariyle terör güvenlik zirvesi türünden toplantılarla meseleleri müzakere eden idarecilerimizin Ankara patlamasına bir de bu gözle bakmalarını, yetişmiş insan potansiyelimizi bir hiç uğruna harcayan ‘Cadı Avı’ zihniyetinin insanımıza, ülkemize, geleceğimize verdiği ve vereceği zararı bir de bu perspektiften değerlendirmelerini ne kadar arzu ederdim.

Bir hatırlatma; 26 Eylül 2015 günü New York’ta “Türkiye’ye dönük terör tehdidinin beli kırılmıştır” diye konuşmuştu Başbakan Ahmet Davutoğlu. O günden bugüne tam 169 gün geçti. Bu geçen sürede Türkiye’de Diyarbakır, Cizre, Silopi, Hakkari, Nusaybin, Sultanahmet ve 3 Ankara saldırısında ölen ve yaralanan yüzlerce masum insanımızı düşününce kahrolmamak elde değil…

Ne diyeyim; Allah akibet ü emcamımızı hayr eylesin…

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.