2016 Amerika siyasetinde totaliter bir havanın başlangıcı olabilir

2016 Amerika siyasetinde totaliter bir havanın başlangıcı olabilir

Hukukun egemenliğini göz ardı etmek totaliter düşüncenin klasik bir işareti ve bu tam olarak Trump’ın zihin yapısı.

2016 seçimleri öncesindeki başkanlık önseçimleri boyunca Donald Trump’ı demagoji yapmakla ve otoriter düşünceyi teşvik etmekle suçlayan makaleler yayınlandı. Bunların ikisi de doğru olabilecek şeyler olsa da daha acil bir endişe var: Bu seçim turları için sonuç ne olursa olsun, Trump’ın önseçimlerdeki başarısı Amerika siyasetinde totaliter düşünceye doğru potansiyel bir kaymayı ortaya çıkardı. Birçok Amerikalı açık açık tek bir insana mutlak güç vermeye istekli olduklarını kabul ediyor. Tek şartları ise bu gücün düşmanları olarak gördükleri insanlara zulmetmek için kullanılacak olması.

İlk bakışta bu Trump’ın, hükümetteki problemler ve siyasetin Amerika’yı nasıl yanlış yönlendirdiği konusundaki mesajının tam tersi gibi görünebilir ama mesajına ve mesajın temsil ettiği vatandaşlar arasındaki altta yatan kızgınlığa daha yakından baktığımızda geçmişin totaliter liderleriyle birçok benzerlik görebiliyoruz. Hukukun egemenliğini göz ardı etmek totaliter düşüncenin klasik bir işareti ve Trump’ın öne sürdüğü çözümlerin birçoğu muhtemelen hem Anayasa’yı, hem de uluslararası hukuku ihlal edecek nitelikte.

Ulusal büyüklüğü elde etmek için gereken her şeyi yapma gibi metotlar totaliter düşüncenin klasik işaretlerinden. Totaliter rejimler kendilerini daha iyi bir geleceğin müjdecisi olarak tanıtırken, bunu var olan siyasetçilerin kötü yönetiminden dolayı kaybolmuş olan görkemli geçmiş algısına hitap ederek yapıyorlar.

Bu yüzden Hitler Almanya’nın büyüklüğünün devamı olarak kendi Üçüncü Reich’ını sunmak için dünyanın büyük Reich’larından ikisinin Wagnerci bir Almanya vizyonuna işaret etti. Benzer şekilde Mussolini dünya sahnesinde yeni bir üne yol açacak tarihi gururu tekrardan kazanmak için Antik Roma’nın ve Rönesans İtalya’sının düzenliliğini ve hakimiyetini hatırlattı.

Böyle liderler ortak bir yol izliyor. Bu yolda toplumlarının tüm başarısızlıklarının sorumluluğunu ulus-devletin gerçek mensuplarının saflığından yoksun diğerlerinin istilasına bağlıyor.

Detaylar farklılaşsa da, harekete geçme çağrısı tutarlı bir nakarat taşıyor: Totaliter lider ülkeyi yeniden çok büyük yapma, ülkeyi uzun zamandır kaybedilmiş olan geçmiş ihtişamına geri döndürme sözü veriyor.

Milliyetçilik her zaman bu gibi hareketlerde bir yer tutuyor, kişinin kendi milletinin bir zamanlar insanî başarıların zirve noktasında olduğu tahrif edilmiş bir tarihe ve bu tarihin geleneksel değerlerin kaybıyla baltalandığına dikkat çekerek etkili bir hal alıyor. Totaliter bir lidere göre bugünün vatandaşları bir zamanlar milletlerini çok büyük kılmış olan temel erdemleri unutmuş durumdalar. Çözüm, bu daha saf zamanlara, göçün halkı bozmasının ve iyi bir yaşama dair ihtilaflı vizyonlar sunmasının öncesine dönüş. Çekim ise geçmişin millî kültürün hem birleşik, hem de tek olduğu romantik bir vizyonu sunmak.

Bu mesaj en güçlü şekilde şimdiki toplumda kaybolmuş ve unutulmuş hisseden insanlara hitap ediyor. Çevrelerindeki kültürün artık dünya görüşlerine uymadığını görüyorlar. Totaliter liderleri takip etmeye hevesli olan birçok insan finansal tersliklerle uğraşmış ve cevaplar arayan kişiler. Ülkeyi kendilerinin daha rahat edeceği bir istikamete çevirebilecek güçlü bir lider arıyorlar.

Totaliteryanizmin en belirgin şekilde 20. yüzyılda ortaya çıkmasının nedeninin bir kısmı tarihin birden hızlanmaya başlamış olması. Birçok insan kendini ilerlemenin tek bir ömür için fazla hızlı olduğu modern bir dünyada geride kalmış halde buldu, orta yaşlarında gördükleri dünya gençliklerinden hatırladıklarına artık benzemiyordu. Aynı türbülans bugün bizleri etkiliyor.

Böyle şiddetli değişimler bizi istikrar aramaya ve bir şeylerin neden çok basit görünmediğini düşünmeye itebilir. Yaşadığımız zorlukları üreten etkenlerin var bile olmadığı zamanları hatırlıyabiliyorken, bazı sıkıntılarla neden karşılaştığımızı anlamakta başarısız olabiliriz.

William Ophuls bu noktayı güzel ifade ediyor: “Tüm destekleyici mitlerden ve adetlerden yoksun kaldıklarında kayıp bütünlüğü yeniden kazanmak konusunda iç bir hiçlik duygusu tarafından güçlü şekilde yönlendirilen insanlar, sonuçta, tüm kötülüklerinin atfedilebileceği bir şeytan bulmak için dışarıya bakması muhtemel insanlar oluyor.” (Ophuls, 1997, p. 209). Bu şeytan yeni fikirler getiren ve daha yeni teknolojilerle daha rahat eden yeni nesil formunu alabilir. Veya, ya olmadıklarından, ya da bir çocuğun dünyası oldukça dar olduğundan siz gençken var olduklarını hatırlamadığınız grupları suçlayabilirsiniz.

İki durumda da, totaliteryan hareket bu izole olma ve korku duygularına oynuyor. Bu durum, Hannah Arendt’in Totaliteryanizm’i iyi anladığı eleştirisinde özellikle iyi ifade ediliyor. İkinci Dünya Savaşı’na yol açtığı düşünceleri ve trendleri incelerken Arendt şunları yazıyor:

“Totaliter olmayan bir dünyada insanları totaliteryan egemenliğe hazırlayan şey, bir zamanlar genelde eski çağlar gibi, belli marjinal sosyal durumlarda yaşanan uç bir tecrübe olan yalnızlığın, çağımızın hızla büyüyen kitlelerinin günlük tecrübesi haline gelmiş olması gerçeği. Totaliteryanizmin kitleleri sürdürdüğü ve organize ettiği bu amansız süreç, bu gerçeklikten bir intihar kaçışı gibi.” (Arendt, 1951,  p. 478)

Diğer bir ifadeyle, normalde sadece ana akım sosyal hayatın dışındaki insanlar için geçerli olan türden bir izolasyon toplumda giderek daha fazla insan tarafından hissedilmeye başlandığında totaliteryanizm gelişiyor. Bir zamanlar ayrıcalıklı çoğunluklar olan gruplar ya bu ayrıcalığı kaybediyor ya da o ayrıcalığa layık değilmiş gibi hissettiriliyor.

Almanların ilk Dünya Savaşı’ndan sonra yaşadıkları hayatı ailelerinin ve hatta kendi çocukluklarının hayatından ne kadar farklı görmüş olabileceklerini düşünün. Enflasyon deli gibi yükselirken ve dünya savaşta oynadıkları rolden dolayı onları suçlamaya devam ederken Nazi partisi geleceğin utanç yerine ihtişam vaat ettiği günlere geri dönüş fikrini satabilmişti.

* Robert Sharp’ın salon.com’da yayınlanan yazısının orijinalini buradan okuyabilirsiniz.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.