Story Highlights
- "Üçüncü dönemi gören, seçilmiş ya da seçilmemiş herhangi bir lider diktatör oluyor"
- "Türkiye'de gazetecilerin çalışma alanı Gezi olaylarından bu yana çok kısıtlandı"
- "Türk hükümeti kanıtlarıyla ortaya konan sorunlara mantıklı cevaplar bulamayınca düzemece şeyler uyduruyor"
- "Özgür basının kıymetini idrak edemeyen liderlerin ülkeleri adına ne yazık ki karamsarım"
“Üçüncü dönemi gören lider diktatör oluyor”
Slate dergisi Genel Yayın Yönetmeni Jacob Weisberg’le yaptığımız ropörtajın ilk kısmını dün yayınlamıştık. Foreign Policy, Slate ve The Root dergilerini bünyesinde barındıran Slate Group’un başkanlığını da yürüten Weisberg, aynı zamanda ünlü sivil toplum kuruluşları Gazetecileri Koruma Komitesi ve PEN International’ın da yönetim kurulu üyesi. Medya dünyası ve basın özgürlüğüyle ilgili dünyadaki tüm gelişmeleri yakından takip ediyor.
Bugün yayınlayacağımız ikinci bölümde Weisberg’e, Freedom House raporuna göre artık ‘basını özgür olmayan’ ülkeler kategorisinde yer alan Türkiye’yi sorduk. Sınırdışı edilen gazetecileri, ‘hükümet devirmeye çalışan uluslararası lobileri’, Havuz Medyası’nı, muhalif gazetecilerin vatana ihanet ettiği iddialarını konuştuk… İlginç cevaplar verdi ünlü gazeteci. Bulvar medyasının meşhur tabiriyle; cesur açıklamalar yaptı. Türkiye adına çok karamsar olduğunu itiraf etti, havuz gazetecilerinin gazetecilik adına utanç kaynağı olduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan için söylediği en iddialı sözü ise en sona bıraktı: “Üçüncü dönemi gören, seçilmiş ya da seçilmemiş herhangi bir lider diktatör oluyor.”
Kendisi bu ropörtajın ardından “Eyy, Weisberg!” diye bir hitabın muhatabı olur mu bilinmez. Fakat olursa buna şaşırmayacağı kesin. Türkiye’yi o kadar iyi tanıyor Jacob Weisberg.
Türkiye son dönemde basın özgürlüğü ihlalleriyle sıkça uluslararası camianın gündemine geldi. Sınırdışı edilen gazeteciler, işini kaybedenler, gözaltına alınanlar… Freedom House’un son basın özgürlüğü raporunda ‘Kısmen özgür’ kategorisinden ‘Özgür değil’ kategorisine düşen Türkiye’de medyanın durumuyla ilgili görüşünüz nedir?
Türkiye’de basın özgürlüğü açısından gördüğümüz durum bazı diğer büyük ve önemli ülkelerdeki durumla paralellik gösteriyor. Çin, Rusya ve Türkiye, basın özgürlüğü adına pek çok açıdan önemli bir savaş alanı. Bu, diğer ülkeler önemsiz manasına gelmiyor. Mısır, Vietnam ve Küba da bu açıdan hayati ülkeler.
Gazetecilerin tehdit edildiği, mahkum edildiği ve işlerini yapmalarının engellendiği ülkeler başarılı bir demokratik kültür oluşturmakta zorlanır. Kısıtlanmış bir basın özgürlüğünün ekonomik kalkınma üzerinde de etkisi büyük. Bir ülkenin medyayı baskı altına alması, o ülke için çok kötü bir gösterge. Türkiye, Çin ve Rusya örneklerinde bilhassa hayal kırıklığına neden olan şeyse şu; bu ülkelerde basın özgürlüğüyle ilgili sıkıntılar hep vardı fakat son yıllarda önemli gelişmeler kaydedilmişti. Ne yazık ki, Türkiye’de özellikle Gezi olaylarının ardından, Rusya’da Putin geri döndükten sonra, Çin’de ise son parti kongresinden bu yana gazetecilerin çalışma alanı çok kısıtlandı.
İnsanlar bazen basın özgürlüğünden tek başına bir meseleymiş gibi bahsediyor. Aslında basın özgürlüğü ve medyanın bağımsızlığı birbiriyle ciddi şekilde ilişkili ve bu iki mesele de ‘medya ekonomisi’ ile irtibatlı. Aşırıya kaçan güç karşısında kontrol mekanizması görevi görecek, demokratik siyasi kültürü destekleyecek bir medya için tüm bu bileşenlere ihtiyacınız var. Gerçekleri cesurca kaleme alacak gazetecilere ihtiyaç var evet, ama aynı zamanda bu gazetecilerin onları birer propaganda makinesine dönüştürmeyi amaçlayan siyasi partilerden ve devletten bağımsız olarak çalışabilmesine de ihtiyacımız var.
Tayyip Erdoğan’ın bu basın özgürlüğü ihlallerini gündeme getirenlere verdiği tepkiyi nasıl yorumluyorsunuz? Türk hükümetini eleştiren Freedom House, CPJ, Human Rights Watch gibi kurumlar ABD hükümetinin, İsrail’in, uluslararası lobilerin, George Soros’un hatta neredeyse Mozambik derin devletinin vs. kuklası olmakla suçlanıyor. Siz mesela, CPJ olarak Erdoğan’ı devirmeye çalışan uluslararası bir komplonun bir parçası mısınız?
Kanıtlarıyla önünüze konan sorunlara mantıklı cevaplar bulamayınca böyle düzmece şeyler uydurursunuz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki yönetim kurullarında bulunduğum CPJ ve PEN International ya da Freedom House, HRW faaliyetlerini tamamen bağımsız olarak yürütmektedir. Bu bağımsızlığın bedeline de zaman zaman öder. Bu kurumlar Amerikan hükümeti ya da İsrail devleti adına çalışmaz. Bu kurumların tamamı belli zamanlarda İsrail’i çok sert bir şekilde eleştirmiştir. Bu dernekleri uluslararası güçlerin maşası olmakla suçlamak büyük yanlış. Türk hükümetinin eleştirdiği bu kurumların geçmiş tecrübeleri bağımsızlıklarının en büyük kanıtı. Bunlar, farklı ülkelerin basın ya da ifade özgürlüğü seviyelerini karşılaştırmalı olarak değerlendirme anlamında en güvenilir kurumlar.
Yolsuzluk iddialarıyla ilgili iddianamelere giren bazı ses kayıtlarına göre, başbakan Erdoğan’ın gazete editörlerini bizzat aradığı, bazı haberlerin sansürünü, altyazıların değiştirilmesini, muhalif gazetecilerin kovulmasını istediği ileri sürüldü. Siyasetçiler yapar mı böyle şeyler? Sizin de başınıza geliyor mu?
Amerikan tarihinde biraz geri gidersek burada da bazı ABD başkanlarının da benzer şekilde basını etkilemek için şahsi gücünü kullanmaya çalıştığını görürüz. Nixon bunu net bir şekilde denedi. Lyndon Johnson keza bu yönde çaba gösterdi. Hatta John F. Kennedy bile zaman zaman basını etkilemek istedi. Siyasiler genelde basının kendileri hakkında ne söylediğiyle ilgili çok hassastır. Bu hassasiyet belli bir dereceye kadar normaldir. Fakat bu, gerçekleri değiştirmek için baskı yapan değil, sınırlara saygı gösteren bir hassasiyet olmalı. Siyasilerin makamından kaynaklanan gücü sansür için kullanması, taraflı bir propagandayla istediği haberlerin yayınlanmasını sağlamaya çalışması doğru değil. Türkiye’de şahit olduğumuz ne yazık ki bu.
Ama Erdoğan’a göre doğru. Keza, kendisi bu konu hatırlatıldığında, yaptığının ‘gayet normal’ olduğunu belirterek, “İşini bilmeyen gazetecilere işini öğretmek görevimiz” dedi.
Bunca yıllık tecrübeyle öğrendiğimiz şu ki; Güçlü, bağımsız ve özgür bir basın olmadığı sürece demokrasi sağlıklı işleyemez. İşleyemez çünkü, halkın bu şartlar altında doğru bilgiye erişme şansı olmaz. İşleyemez çünkü sınırlarını aşan güç üzerinde denetim sağlanamaz. Basına ‘Dördüncü Kuvvet’ denmesinin bir sebebi var. Medya, devletin bir kolu değil, fakat özgür basın, en az idari sistemin diğer kuvvetler kadar önemli işler yapar. Bağımsız yargı gibi, bağımsız bir parlamento gibi… Dolayısıyla, seçimle işbaşına gelsin ya da gelmesin, bu seçimler adil olsun ya da olmasın, özgür basının kıymetini idrak edemeyen liderlerin ülkeleri adına ne yazık ki çok karamsarım. Kesinlikle daha iyi günlere doğru yol aldıklarını düşünmüyorum.
Peki gazeteciler? Gazetecilerin, hükümeti memnun edecek haberler yaptıklarında devlet ihaleleriyle ödüllendirilen, hükümeti eleştirdiklerinde vergi cezalarıyla, denetimlerle cezalandırılan patronlarından kaynaklanan otosansürleri? Zor zamanlarda gazeteciler nasıl bir rol üstlenmeli?
Devlet mekanizmasının gücüne tek başına karşı koyan, risk alan gazeteciler kahraman figürlerdir. Yıllar sonra bu ülkeler geri dönüp bakacak ve diyecek ki: “Bir zamanlar sadece hükümet propagandası yapan bir basın vardı. Gerçekleri konuşmanın tehlikeli olduğu o zamanda bu gazeteciler çıktı ve gerçekleri söyledi”. Gün gelecek bu insanların adı ülkelerinin tarihine kahraman olarak yazılacak. Ve biz, basın özgürlüğünün yasal korumalarla güvence altına alındığı ülkelerde çalışan gazeteciler ise, bu insanlara bakıp ne kadar şanslı olduğumuzu yeniden hatırlamalıyız. Yazdıklarımızdan dolayı her gün işimizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya değiliz. Tehdit edilme, gözaltına alınma, işkenceye uğrama, hapse girme riskleriyle yaşamıyoruz. Bu yüzden oldukça şanslı olduğumuzu ve bizim hayal bile edemeyeceğimiz ortamlarda gerçek risklerle, gerçek tehlikelerle yaşayan gazetecilere daha çok destek vermeliyiz diye düşünüyorum.
Ya diğer gazeteciler? Kendini gücün yanı başında konuşlandıran, kalemini hükümetin propaganda aletine çevirenler?
Bu insanların isimlerinin unutulup gideceğini söylemek yanlış olur. Çok kötü bir şekilde hatırlanacaklar. Gücün baştan çıkarıcılığına kendini kaptırmış gazetecilerin, güç odaklarıyla ilişki içinde olmanın kendilerine sağlayacağı avantajların peşinde koşanların kaçınılmaz sonu gülünç duruma düşmek olacak. Biz bunlara ‘pişman gazeteciler’ diyoruz. Sovyet Rusya rejiminin sözcülüğünü yapan basın mensupları ya da Nixon yönetiminin borazanlığını yapanlar… Amerika’da da bu gibi gazeteciler oldu. İsimlerini andığınız zaman insanlar gülüyor. Çünkü bunlar kendilerini gazeteci olarak adlandırıyor olabilir fakat özgürlüğünüz yoksa dürüstlüğünüz de yoktur. Onlar yaptıkları şeyi gazetecilik sanıyor olabilir ama gerçek gazeteciler öyle düşünmüyor.
Bu gazetecilerden bazıları, Türkiye’de başbakan Erdoğan ve yakın çevresinin yolsuzluk iddialarıyla ilgili ses kayıtları ortaya çıktığında şunu ileri sürdü: “Benzer ses kayıtları Amerika’da ortaya çıksaydı, orada da onları yayınlayanlar cezalandırılırdı”. İddialarını desteklemek için de Snowden meselesini gündeme getirdiler. Kardeş gazeteniz Washington Post’a yayınlarından dolayı dünyanın en prestijli gazetecilik ödülü Pulitzer’i kazandıran Snowden olayında ABD devleti gazetecileri cezalandırdı mı gerçekten?
ABD hükümeti Snowden belgelerinin yayınlanmasını engellemeye çalışmadı ve bu belgelerin yayınlanmasından dolayı kimseyi cezalandırmaya kalkmadı. Yaptıkları, bu belgelerin yayınlanmasının gerçekten kamu yararına olup olmadığını bazı editörlerle tartışmaktı. Basın bu konuyu ele alırken çok sorumlu davrandı. The Washington Post, The New York Times, The Guardian bir kaç adım geri attı ve elindeki belgelerden bazılarını yayınlamadı. Hala yayınlamadı. Çünkü gerekli olduğunu düşünmediler. ABD’de anahtar nokta şu, ki bu konu Pentagon Belgeleri’ne kadar gider, hükümetin bir belgenin yayınlanmasını engellemesi neredeyse imkansız. Bu belgeleri yayınlayan medya kurumlarının cezalandırılmasına gelince; devlet, kanunlara karşı gelen, işe girerken devletle yaptığı anlaşmayı bozan bir devlet görevlisini cezalandırabilir. Snowden’in muhtemel tahkikatın temeli budur. Fakat basın organlarını yargılayamazlar.
Hain ilan edebilirler mi?
Bu tip suçlamalar bazen burada da yapılıyor. Fox News gibi meseleleri ‘vatanseverlik’, ‘sadakat’ ve ‘ihanet’ gibi kavramlarla ele alan aşırı sağcı bazı medya kurumları var. Fark şu ki burada bu, küçük bir azınlığın bakış açısı ve yasal bir karşılığı yok. Türkiye gibi ülkelerde ise bu tip ‘ihanet’, ‘düşmana yataklık’ gibi iddialar insanların hayatını alt üst edebiliyor, gazetecileri mesleğini yapmaktan alıkoyuyor.
Bu biraz da şununla alakalı. Üçüncü dönemi gören, seçilmiş ya da seçilmemiş herhangi bir lider diktatör oluyor. New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg, farklı bir açıdan, üçüncü döneminde daha fazla diktatöryal eğilimler gösterdi. Üst üste seçim zaferleri elde eden Chicago Belediye Başkanı Richard Daley, keza zaman içinde diktatörleşti. Liderlerin bu dönemde insanları dinlemesi zorlaşıyor, eleştiriyi kabul etmesi güçleşiyor. Daima haklı olduğunuzu düşünüyorsunuz. Her istediğinizi yapmaya hakkınız olduğunu düşünüyorsunuz. Bu durum, 2 dönem kuralının neden gerekli olduğunu gösteriyor. İkinci dönemden sonra gerçeklikle bağınızı kaybediyorsunuz.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment