Hocaanne’nin kabul edilmiş duası Mükâfat Hanım

Hocaanne’nin kabul edilmiş duası Mükâfat Hanım

Geçen hafta Mükâfat Gülen ablanın vefat haberini sosyal medyada görünce yıllar öncesine, Erzurum’daki mütevazı evine gittim bir anda. Kulaklarımda o tatlı Erzurum şivesiyle sakin, huzurlu, tevekkül dolu sesiyle anlattıkları yankılandı: “Annemle ana-kız gibiydik. ‘Ben seni hiç gelin bilmirem kızım gibi bilirem’ derdi. Benim ailemin evinde kalabalık yoktu. Ama buraya da alıştım, çok sevdim. Kayınlarımdan, görümcelerimden, hiçbirinden incinmedim.”

Burada ‘anne’ derken Hocaanne’yi yani kayınvalidesi Refia Hanım’ı kastediyordu, çünkü kendi annesine ‘ana’ diyordu. Merhum Mükafat Hanım Refia Hanım’ın ilk geliniydi. Onu dualar ederek aramış, nasip olup karşısına çıktığında da şükürler etmişti.

Kendisiyle ilk kez 2009’da başka bir röportaj vesilesiyle gittiğim Erzurum’da tanışmıştım. Aklımda henüz Hocaanne ve Ailesi kitabını hazırlama düşüncesi bile yoktu o vakitlerde fakat Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ve ailesini daha yakından tanımak için karşıma çıkan fırsatları değerlendirmeye çalışıyordum. Refia hanımın büyük kızı Nurhayat Hanım ile o zamanlar ikamet etiiği Manisa Turgutlu’da tanışmış, kısa bir vakit de olsa hatıralarını dinleme imkanı bulmuştum. Mükafat Hanım ile o ilk görüşmemiz ise Refia Hanım hakkında öğrenilmesi gereken daha çok şey olduğunun işaretlerini vermişti. Onun ilk gelini olan ve uzun yıllar bir arada yaşayan Mükafat Hanım’ın şahitliği, hatıraları, yorumları ve elbette kendi hikayesi çok kıymetliydi.

İkinci görüşmemiz 2012’de İstanbul’da oğlu Kemal Gülen beyefendinin evindeydi. İlkinde rahatsız etme kaygısıyla sormaktan çekindiğim her şeyi bu sefer saatler süren konuşmada sormuş, hem kendi ailesine hem Hocaanne ve ailesine dair hatıralarını kaydetmiştim. Çünkü artık kitap hazırlama gayesiyle yola çıkmıştım. İsminin neden ‘Mükâfat’ olduğunu da o gün anlatmıştı: “Babam Erzurum’un köylerinde imamlık yapıyordu. Seferberlikte 4 sene askerlik yapmış. En büyük çocukları benim. Evlendikten 7 sene sonra dünyaya gelmişim. ‘Allah bize onu mükâfat verdi’ demiş anam. İsmimi de  Mükâfat vermişler.” İşte bu Mükâfat bebek 16 yıl sonra da Hocaanne’nin gelini olacak, aile içinde Allah’ın bir hediyesi olarak sevilip hürmet görecekti.

“Mükâfatın babası âlimdir, ona dokunmayın” dermiş sık sık Refia Hanım. Çünkü, yaşadığı döneme göre iyi bir âlim olan Şerafeddin Hoca, talebe yetiştirmeye çok önem verdiği için Erzurum köylerinde değer verilen bir kişidir. Kendi çocuklarını da talebeleriyle beraber okutmuş, bir oğlunu hafız olarak yetiştirmiş fakat hepsini okutmaya ömrü yetmemiş; 38 yaşında vefat etmiştir. Eşi Ulviye Hanım, ailesinin de desteğiyle Erzurum’a yerleşmiş, çocuklarını büyütmeye çalışmış. Mükâfat Hanım’ın anlattığına göre, bazı varlıklı aileler de evlenmek için kendisine talip olmasına rağmen annesi Ulviye Hanım, “Babası onca hafız çıkardı. Ben de kızımı bir hafıza vereceğim. Babasının dünya malında gözü yoktu, zengini ne yapalım?” diyormuş.

Sıbgatullah Bey’e uygun bir eş arayışına giren Hocaanne bir tavsiye üzerine Mükâfat Hanım’ı görmeye gider fakat evden çıkmadan önce namaz kılıp “Ya Rabbi, mükafatımı ver artık, aramayayım daha!” diyerek dualar etmiştir. Yeni tanıştığı aileyi ve gelin adayını çok beğenir. Kızın isminin Mükâfat olduğunu öğrendiğinde de “Şükürler olsun Rabbim benim mükâfatımı verdi.” diyerek sevincini ifade eder. Bu gelin onun kabul edilmiş duasıdır.

Nüfus kayıtlarında 1952 yazsa da 1950 doğumlu olduğunu söylemişti merhum Mükâfat Hanım. 1966’da Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kardeşi Sıbgatullah Gülen ile evlenmiş, 1967’de ilk evladı Mazhar Bey’i kucağına almıştı. Sonrasında dünyaya gelen 5 erkek 4 kız olmak üzere yaşayan 9 çocuğa annelik yaptı. Ailenin ilk geliniydi ama devam eden yıllarda aynı evde 2-3 gelin beraber yaşadıkları dönemler oldu. Birbirlerinin çocuklarına baktılar, hiç ayrım yapmadan hepsine annelik yaptılar. Hatta Mükâfat Hanım’ın çocuklar arasındaki ismi ‘edde’ idi. Bunu ilk kez Mazhar Bey söylemişti ona. Aynı evde yaşadıkları için babaannesine herkes gibi ‘ana’ demeye alışan küçük çocuk, kendi annesine ‘edde’ diyordu. Zaman içinde ailede doğup büyüyen diğer çocuklar da birbirlerinden duyarak böyle dediler. Hatta o vakte kadar ‘yenge’ diyen kayınbiraderleri bile bu lakabı benimsemişti. Şüphesiz bu aile içindeki samimiyetin, muhabbetin ifadesiydi ve Mükâfat Hanım bu seslenişten hiç rahatsız değildi. O ailedeki bir neslin ‘edde annesi’ydi ve konum itibarıyla Hocaanne’den sonra en çok hürmet edilen hanımdı.

Çocuk yaşlarından vefatına kadar hayatı boyunca İslam’ın gereği örtüsüne dikkat eden, hatta geleneklere göre daha ileri şartlarda takva ve haya sahibi olan Mükafat Hanım, iffetli, tertemiz bir hayat yaşamıştı. Kendi ailesinden ve gelini olduğu Gülen ailesinden öğrendiği hayat prensiplerinden bir lahza ayrılmamış, hayatını büyükleri gibi namaz, Kur’an, dua, edep, haya, hizmet yörüngeli yaşamıştı. Yıllarca kayınvalidesi Refia Hanım ve kayınpederi Ramiz Hoca ile beraber yaşamış, onlara bir evlat samimiyetiyle hizmet ve hürmet etmişti.

Vefatını öğrendiğimden beri hatıralara gömüldüm kaldım adeta. Bir taraftan da ömrünü evlatlarına, ailesine ve çevresine hizmetle geçiren bu mübarek, saf, masum Anadolu kadınına ahir ömründe yaşatılan zulümleri düşündüm. Muhtemelen 40’lı yaşlarında olan oğlu Seleme zihinsel engelliydi ve sağlığında her şeyiyle Sıbgatullah Bey ilgilenmişti. Fakat onun vefatının ardından, bilhassa 15 Temmuz’dan sonra başlayan zulüm sürecinde bu evladına bakmak da Mükâfat Hanım’a kalmıştı. Çünkü diğer evlatlarının kimi hapiste, kimi yurt dışındaydı. Yıllarca bir arada sevgiyle, hürmetle, kimseyi incitmeme esasıyla yaşayan o kalabalık aile dağılmış, adeta dünyanın dört bir yanına savrulmuştu. Hayatını çevresine iyilik yapmaya, gelecek nesilleri iman ve ahlak üzere yetiştirmeye adamış Hizmet insanları gibi bu ailenin tüm fertleri de terör ve darbecilikle yaftalanmış; soyadı ‘Gülen’ olan herkesle beraber Mükâfat Hanım da evsiz, yersiz, yurtsuz, yalnız bırakılmıştı. Zaten var olan sağlık sorunları son dönemde epeyce artmış, yakın zamanda kalp rahatsızlığından dolayı anjiyo yapılmış, kalbine 3 stent takılmıştı.

En son yaşadığı Balıkesir’in Edremit ilçesinde vefat ettiği 26 Temmuz günü, zulmün başka bir çeşidi ile karşılaştı yakınları. Cenaze haberinin belediye hoparlörlerinden duyurulmasının ardından Edremit Müftülüğü şehirdeki cami imamlarına ‘cenaze namazını kıldırmayın’ diye talimat vermişti. Evlatlarından, gelinlerinden, torunlarından kopararak yalnızlığa mahkûm ettikleri hasta ve yaşlı bir kadına vefatından sonra bile eziyet etmenin bir şekliydi bu. Aslında bu o zalim güruhun nasipsizliği olmalı; Cenab-ı Mevlâ onlara böyle bir ailenin tek ferdine bu kadarcık bir iyiliği bile nasip etmiyordu belki de.

Sanki onlar cenaze namazını kıldırmazsa bizim cenazelerimiz yerde mi kalacak? Nitekim Mükâfat Hanım’ın kendi kardeşi cenaze namazını kıldırdı ve merhume ablamız dünyanın dört bir yanında okunan dualarla, hatimlerle ebediyete uğurlandı. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de bir vefa örneği olarak bulunduğu mekânda gıyabî cenaze namazı kılınmasını rica etmişti.

Merhume Mükâfat Gülen, ardında kapanmayan amel defteri olacak evlatlar ve hizmetler bırakarak bu dünya imtihanını tamamladı. Bilhassa Hocaanne ve Ailesi kitabına yaptığı katkılar çok önemliydi. Şimdi kitabın satırları arasında gezinirken onun hadiseleri anlatışını, verdiği detaylı bilgileri yeniden dinliyorum sanki. Dikkatli okurlar da o sesi duyacaktır muhakkak.

Allah ondan ebeden razı olsun. Ruhu şad, kabri pürnur, mekanı cennet olsun. Amin!