Bir bardak limonatalık özgürlük

Bir bardak limonatalık özgürlük

Aslında her şey bir hafta önce başladı. Birleşmiş Milletler 69. Genel Kurulu’na katılacak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı takip için New York’a gitmiştim. Konsolosluğu aradığımda, bana ambargolu olduğum tebliğ edildi. Üzüldüm ama şok olmadım. Zira refik yayın kuruluşumuz Cihan Haber Ajansı’na da aynısı bildirilmişti. Erdoğan bir grup bağımsız ve cesur yayın kuruluşuna başbakanken uyguladığı utanç verici akreditasyonu Köşk’e de taşımıştı. Duyduk ki bazı kraldan çok kralcılar, bizi New York’taki Türk diplomatik misyonunun bulunduğu ve heyetin sıkça uğradığı ‘Turkish Center’a hiç sokmamayı dahi düşünmüş. Ama ehl-i insaf birileri buna mani olmuş.

Her şeye rağmen, biz imkanlar elverdiği ölçüde görevimizi yapmaya çalıştık. Erdoğan’ın konuk olduğu Peninsula otelinde perşembe günü ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden dahil bir dizi görüşmesi vardı. Değerli meslektaşım Bugün Gazetesi Washington Temsilcisi Adem Yavuz Arslan ile birlikte biz de oraya gittik. Bu bir ambargo delme hamlesi değildi. Çünkü bir güvenlik sorunu olmadığı sürece otel lobisi gibi mekanlarda beklemeyi engelleyen kanun yok. Kaldı ki Cumhurbaşkanlığı bizimle konuşmasa dahi, bizim başka kaynaklarla görüşme hakkımızı elimizden alamaz. Nitekim Erdoğan’la toplantıları sonrasında otel lobisinde izlenim aldığım birkaç Müslüman Amerikalı liderden cumhurbaşkanının Obama’yla görüşeceği haberini aldım ve tweet ettim.

Bir süre sonra tuhaf bir şeye şahit olduk. Türk gazetecilerden otelden çıkmaları istendi. (Cumhurbaşkanı’nın uçağında getirdiği yayın yönetmenleri hariç) Ancak içeride bir grup muhabirin kaldığını görünce, asıl maksadın biz ambargolu gazetecileri oradan uzaklaştırmak olduğu anlaşıldı. Ben lobinin asansöre çıkan merdivenlerinin tepesinde, Adem Yavuz Arslan ise daha aşağıda bir yerlerdeydi. Washington gazetecisi olduğumdan ilk anda Erdoğan’ın ekibinin gözünden kaçtım. Ama kıdemli Ankara gazetecisi Arslan açık hedefti. Erdoğan’ın danışmanı Mustafa Varank’ın bir şeyler dediğini, Arslan’ın ise merdivenlerden aşağıya otel çıkışına doğru itildiğini gördüm. Daha sonra anlattığına göre Arslan’ın dışarı atılması talimatını bizzat Varank vermiş. Otelin içi yetmiyormuş gibi sokakta da tartaklanmış. Ve Erdoğan’ın bazı yakın danışmanlarıyla korumalarının ağır sözlü tacizlerine uğramış.

Arslan’a yapılan saygısızlığı görünce, otelde durma hakkımı sonuna kadar kullanmaya karar verdim. Yanıma bir konsolosluk yetkilisi gelip nazikçe heyettekilerin beni orda görmek istemediğini, kendisinin bunu tasvip etmediğini, ama ayrılırsam iyi olacağını söyledi. Ben de kendisine “Durum artık basın özgürlüğü ihlalinin de ötesine geçip temel haklarımı tehdit eder hale geldi. Bu konuda taviz vermeyeceğim.” dedim. Otelin cafe’sine geçtim. Orda laptopta haber yazan Hürriyet’ten meslektaşım Tolga Tanış’ın yakınına oturdum. Önümüzdeki pencereden Biden’ın konvoyunun otelden ayrılıp ayrılmadığını da yokluyorduk. Bir Türk koruma birkaç kez gelip Tanış’tan oteli terk etmesini rica etti. Tanış her seferinde geçiştirdi. Ve en nihayet koruma asıl ‘wanted’ (aranan) gazetecinin ben olduğumu keşfetti. Otelden çıkmamı istedi. Kendisine “Bunu bana otel yetkilileri tebliğ etsin lütfen.” dedim. Bir süre sonra alt düzey birkaç otel görevlisi gelip çıkmamı rica etti. Ben de kendilerine gerekçe sordum. Türk güvenliğinin bu yönde talebi olduğunu, müşteri olmadığımdan dışarı çıkarılabileceğimi söylediler. Ben de hemen bir bardak limonata sipariş ettim ve müşterileri oldum! İşin rengi hukuki açıdan değişivermişti. Artık o otelden zorla çıkarılırsam sadece basın özgürlüğüm değil, ticaret kanunu da ihlal edilmiş olacaktı.

Limonata içip Biden’ın çıkıp çıkmadığını kolaçan etme faslı bir süre devam etti. Ardından New York’un ünlü polis teşkilatı NYPD’den bir sivil polis memuru yanıma geldi. Kendisi de Türk asıllıymış. Adı İlter Aykaç. Otel yönetimi olay büyümesin ve benim başıma kötü bir şey gelmesin diye onlardan yardım istemiş. Zira Erdoğan’ın elemanları önceki gün de bir vukuata imza atmış. Amerikan polisine yaşadıklarımı aktardıktan sonra anayasal haklarımı ve özgürlüklerimi hatırlattım. Rızam olmaksızın otelden çıkarılırsam hukuki yollarla başvuracağımı söyledim. Biz konuşurken hışımla birkaç kez gelen Türk korumalar beni hemen çıkarmak istediler. Onlara “Buradaki diğer gazetecilere niye dokunmuyorsunuz?” diye sorduğumda ise ‘Seni tehdit görüyoruz’ dediler. ‘Silahım falan yok, nasıl tehdit oluyorum?’ diye cevap verdim. Amerikalı polis benimle müzakeresinin sürdüğü gerekçesiyle onları uzaklaştırdı.

Bir süre sonra başka bir Amerikalı polis daha yanımıza geldi. “Sen zaten kazandın. Mesajını verdin. Biz seni korumaya geldik. Müsaade et yardım edelim, başına bir şey gelmeden seni buradan çıkaralım.” dedi. Bu profesyonel yaklaşıma hürmeten ve etrafa daha fazla rahatsızlık vermemek için, limonatanın parasını ödeyerek Amerikalı Türk polisin eskortluğunda oteli terk ettim. Bu arada diğer New York’lu polis, Erdoğan’ın arkamdan gelmeye çalışan sinirli adamlarını zaptetmeye çalışıyordu. Polisi bir Türk itmeye çalışınca ‘Bana dokunamazsın’ diye kızdığını duydum. Öğrendiğime göre daha sonra kızışan ağız dalaşına Cumhurbaşkanı’nın danışmanı Yiğit Bulut da katılmış.

New York’lu polis güvenliğim için benimle ta diğer caddenin başına kadar yürüdü. Doğru kararı verdiğimi söyledi. Korumaların tartaklasalar diplomatik dokunulmazlıkları olduğundan en fazla iki gün içeride yatıp çıkacaklarını kaydetti. Böylelikle Adem Yavuz Arslan’a saldıran, beni ise ellerinden kaçıranlar sayesinde Amerika ‘yeni Türkiye’nin yüzlerinden bir demetle tanışmış oldu. Zavallı ülkem. Özgürlüklerin üzerine bir bardak soğuk limonata içilse sezadır…

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.