Bebeklerin ahı yerde kalmasın!

Bebeklerin ahı yerde kalmasın!

Almanya’da yaşayan Kürt sanatçı Hozan Cane’nin Kronos‘ta yayınlanan videosunu izledim. Ağlamaktan perişan oldum, hala kendime gelmiş değilim. Hozan Cane’nin anlattıkları çok sarsıcı, can yakıcı.. 

Sanatçı, 2018’de Türkiye’de Edirne’de önce gözaltında, sonra cezaevinde yaşadıklarını ve şahit olduklarını anlatıyor. Yemekle zehirlenmiş, çıplak aramaya maruz kalmış, hatta memurlar taciz ötesi şiddet uygulayarak rahminde uyuşturucu aramışlar. Sonrasında götürüldüğü cezaevinde “fetö” koğuşu diye ayrılan yerde 15 temmuz sonrası süreçte tutuklanan masum kadınlarla beraber kalmış. Hozan Cane orada gördüğü yeni doğmuş 15 günlük bebeğin ve annesinin durumunu gözyaşlarıyla anlatıyor. Ben de onu mutfakta oturmuş gözyaşlarıyla dinliyorum.. 

Daha sonra çocukları akşam yemeğine çağırıyorum ama kendim oturamıyorum o masaya. Konuşamıyorum, bir an önce yalnız kalmak istiyorum. Kendimi banyoya kapatıp ağlıyor, ağlıyorum. Bütün kalp yaralarımın kabukları kalkmış, bütün travmalarım geri gelmiş. Son iki yıldır iyileştirmeye çalıştığım kalp ağrıları sökün etmiş. Silivri’de eşimi ziyaret ederken giriş çıkışlarda yaşadığımız o polis şiddeti, gözaltında yaşadığım korkular, şehirlerarası saatlerce süren yolculuklar ve her GBT kontrolünde okuduğum dualar… Ve başka arkadaşlardan duyduğum gözaltı ve cezaevindeki taciz olayları… “Gerçek olamayacak kadar korkunç zulümler.. Allahım Allahım bize güç ver…!

Son günlerde hasta yatağında tutuklu annesini bekleyen Yusuf Kerim için yapılan sosyal medya kampanyalarını takip ediyorum. Ondan önce tedavisine izin verilmeyen başka hastalar, Karaefe Ahmet ve diğerleri.. Bu zulümlerden kurtulmaya çalışırken Ege’de Meriç’te kaybolanlar, geri itilenler, işkence görenler.. Cezaevlerindeki hasta ve yaşlı tutuklular, annesinin yanına girip çıkan çocuklar.. Allah’ım ne çok acı var..! 

Düşündükçe, hatırladıkça delirmemek işten değil. Ağlıyorum, bir şeyler yapmak istiyorum. Duvarları tekmelemek, bağırmak, bu gece yarısı sokağa çıkıp yağmurda soğukta yürümek, kaybolmak…  Acının insana neler yaptırabileceğini çok iyi anlıyorum. İnsanlar neden sokağa çıkar, etrafı yakıp yıkar, eline silah alıp dağlara çıkar? Çünkü “insan olan insan” bunca zulme karşı bir şey yapmak istiyor. Ortada bir kötülük varsa elinle düzelt. Onu yapamıyorsan dilinle düzelt. Bunu da yapamıyorsan kalbinden buğz et yani ona karşı çık, razı olma. Bundan sonrası yani hiçbir şey yapmamak, duyarsızlık, görmezden duymazdan gelmek, çevrende hiçbir kötülük olmuyormuş gibi kendi konforunda yaşamak… İşte bu zulme, zalime ortak olmaktır. O kötülüğü yapanlardan farkın yok demektir.

Devletin gücünü arkasına alan bu zulüm şebekesi öylesine şiddetli ki, engellemek için elimizden bir şey gelmiyor. Şiddete şiddetle karşılık vermek benimsediğimiz din ve hizmet anlayışına ters. Bunu yapamayız, nasıl yapılacağını dahi bilmiyoruz, bunu öğrenmedik. Biz “Mekke’de bunalınca  Medine’ye göçen” bir Peygamberin (sas) izinden yürümeye çalışıyoruz. Hicret etmeye, yeni yaşam alanları bulmaya, yeni hayatlar kurmaya çalışıyoruz. Bir yandan da geride kalanlara yardım etmeye, elimizi uzatmaya, soframızdaki lokmaları bölüşmeye gayret ediyoruz. 

Aslında, bilhassa hizmet insanlarına bu tarz acılar yaşatmaları, birebir insanların canına kastetmeleri ve bunu bütün tepkilere, çağrılara rağmen herkesin gözü önünde yapmaları, kitleleri sokağa dökmek, şiddet sarmalına çekmek için bir tuzak olarak da kurgulanıyor olabilir. Bu zamana kadar bu tuzağa düşmedi insanlar. Her şeye rağmen hadiselere sabırla, metanetle yaklaştılar ve seslerini meşru yollardan duyurmaya, mevcut kanunlarla hak ve adaleti aramaya, vicdanlara seslenmeye çalıştılar.. 

Hani insan bir şeyler yapmalı, diyoruz ya, aslında her şeye rağmen hayata yeniden başlamak bu zulümlere karşı verilecek en büyük cevap, değil mi? Yurtdışına çıkabilmiş hizmet gönüllüsü insanların geçmişi neden konuşmak istemediğini bugün daha iyi anladım. Fırsat buldukça arkadaşlara, yaşadıklarını yazmalarını, hiç olmazsa ses kaydı yapıp saklamalarını rica ediyorum. Çünkü olaylar sıcağı sıcağına kaydedilmezse detaylar unutuluyor, duygular kayboluyor. Tarihe not düşmek ve gelecek nesillere bugünlerde ne olduğunu anlatabilmek için belgelemek çok önemli. Fakat insanlar yeni hayata başlama gücünü toplayabilmek için geçmişten uzaklaşma eğiliminde. Ege’den Meriç’ten geçerken yaşadığı can pazarını, cezaevinde geçen yıllarını, gaybubet evlerindeki sıkıntıları, polis takiplerini, mülteci kamplarını vb tekrar tekrar hatırlamak kolay değil. Herkes kendi acısını en iyi bilir. Bütün bunları geride bırakıp yeni bir ülkede hayata tutunmak, evlatlarına sahip çıkmak, yeni meslekler öğrenmek, yeni yol ve yöntemlerle insanlara ulaşmaya çalışmak, hem kendi sesini duyurmaya hem de dünyanın neresinde olursa olsun zalimlere karşı durmak bütün mazlumların sesi olmak… İşte bunlar uğradığımız haksızlıklara vereceğimiz en iyi cevap olabilir..

2016 Eylül’ünde okullar açıldığında ailemiz içinde en büyük zorluğu o sene 7. sınıfa başlayan oğlum yaşamıştı sanırım. Daha 12 yaşındaydı. Babası tutuklanmış, İstanbul’daki güzel okulu kapanmış, arkadaşlarından ve fedakâr öğretmenlerinden koparılmış, bir Anadolu kasabasında yepyeni bir çevrede okula başlıyordu. Yeni okulunun, devletin el koyup ismini değiştirdiği eski bir özel okul olması kaderin ayrı bir cilvesiydi. Her şeyi sorguluyor, isyan ediyor, bize bunları yaşatanlara kızıyor ama çocuk aklıyla neler yapabileceğini de pek bilemiyordu. Mümkün olduğunca hadiseleri yansıtmamaya çalışsam da okuyor, dinliyor, her şeyi anlıyordu. İçindeki şiddet eğiliminden onu korumak için derslerine yönlendirmeye çalışıyordum. Uzun uzun konuşuyorduk. Derslerinde başarılı olmasının, iyi bir lise ve üniversiteye gitmesinin bu zalimlere karşı en büyük cevap olacağını anlatıyordum. Bir gün her şeyin düzeleceğini, babasının ve diğer tüm babaları-annelerin hürriyetine kavuşacağını, haklarımızı geri alacağımızı, bugünden daha iyi olacağımızı hayal ediyorduk. Yeter ki o vakte kadar ayakta güçlü duralım, sağlıklı olalım, bize daha fazla kötülük yapmalarına fırsat vermeyelim.

Bugün ağlamaktan yorulunca oğlumla konuşmalarımızı hatırladım. Aynı tavsiyelerle kendi kendimi teselli etmeye çalıştım. Sonra bu yazıyı yazıp dertleşmek istedim. Kırık dökük cümlelerim için beni affedin. 

Son söz olarak merhum mazlum Seyit Rıza misali diyorum ki, ey bu devrin zalimleri! Zulmünüze, vahşetinize, kumpaslarınıza, taş kalplerinize karşı koyamadık bu bize dert oldu. Lakin siz de bizi yok edemediniz. Başka diyarlarda, başka topluluklar arasında yepyeni yollarla yine de doğru bildiğimiz gibi yaşıyor, her fırsatta zulümlerinizi anlatıyoruz. Kıydığınız o bebeklerin, masumların âh’ı yerde kalmayacak inşallah. Bu da size dert olsun..!