‘Bir’ olmak mı ‘birlikte’ olmak mı?

Masal dinlemelerimden aklımda kalan bir cümle: “Az gittik uz gittik. Dere tepe düz gittik.

Bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz.” İster yakın tarihten başlatıp son 13 yıl deyin, isterseniz daha gerilere gidip 90-100 yıl deyin, bugün geldiğimiz ve bulunduğumuz nokta itibarıyla dünden farklı bir yerde değiliz. “Kahramanlar yaratan bir ırkın afhadı” söylemleri eşliğinde Mithat Cemalvâri “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/Toprak eğer üstünde ölen varsa vatandır.” deyip, Arif Nihat Asya’ya geçiş yapıyoruz: “Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım/Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım.”

Halbuki yaşadığımız dünyada “Kahraman olmak, bayrak edinmek, vatana sahip çıkmak ve onu korumak” için başkalarının “mezarını kazmaya, kuşların yuvasını bozmaya” hiç gerek yok. Birlik olmanın değil birlikte olmanın, beraber yaşamanın başka yolları da var bugün dünyada. Gerçi dün de vardı. Aslında insanlığın ilk gününden itibaren de vardı. Ama insanoğlu Kabil-Habil’le başlayan mücadele dünyasında Allah’ın bir hikmete binaen yarattığı özelliklerini ve duygularını menfi noktada kullanarak, kendilerine yol gösterici olarak gönderilen kutsal kitaplar, peygamberler ve akıllarını dinlemeyerek çatışmayı tercih etti. Bugün yaşadığımız o hikâyenin devamından ve yeni bir versiyonundan ibarettir vesselam.

Devletin ulusundan, ulusun devletine…

Birlik olmanın, birlikte olmanın dedim yukarıda. Artık günümüz dünyasında “Bir olalım diri olalım” sloganlarının ifade ettiği dünya görüşü ile bir yere varamayız. Ulus devlet projelerinin hayata geçirildiği 20. yüzyıl başlarından farklı bir dünyadayız. Projeyi adıyla ele alsanız sanki uluslar devletlerini oluşturuyor zannedersiniz. Halbuki tam tersi olmuş, devletler uluslarını oluşturmuşlar o dönemlerde. Şimdilerde tam da projenin adına uygun biçimde uluslar devletlerini oluşturuyor. Devletin ulusu değil, ulusun devleti oluyor. Nasıl? Çoğulculuğu kabulle. Ötekileştirmeyi terk ile. Düşmanlaştırmayı tarihin çöplüğüne atmakla. Din, dil, ırk, cins vb. farklılıkları çatışmanın değil ahengin, uyumun, zenginliğin ögeleri olarak görmekle. Türkiye Cumhuriyeti yüz yıla yaklaşan ömründe böyle bir yola birkaç defa girmişti. En sonuncusu 2010’lu yıllara denk geldi. Ve çoklarımız ümitlenmiştik. Daha önceleri olmadı ama bu defa olacak sanki demiştik. Ama heyhat! Güvendiğimiz dağlara bir kez daha karlar yağdı. Ortalık bugün gördüğünüz gibi buz tuttu. Nefes alamaz hale geldik.

Bundan sonra ne olur? Söz bitti. Artık sıra, Sedat Laçiner’in dediği gibi oturup olanları temaşa etmede. Şimdiye kadar söylenenler devletlular nezdinde bir mana ifade etmediği için bundan sonra da etmeyeceği açık. Allah beterinden korusun.

Sözün tam burasında “ya halkımız?” diyebilirsiniz. Kısa bir tahlilde bulunmak isterim. Tehdit algısı karşısında insan davranışlarını inceleyenler 3 ayrı davranış modeli ortaya koymuş. 3 F deniyor İngilizcede buna. Üçü de F harfi başladığı için böyle denilmiş. Freeze, flight ve fight. Donup kalma, kenara çekilme ve mücadele etme. Zaruri bir ilave; aşağıda yapacağım tasnifte siyasi tarafgirlik hisleriyle meselelere bakıp kendi cephesinde yerini alan şeytanî melek, karşı cephedeki meleği şeytan gören insanları dışarıda tutuyorum.

KÖPRÜDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ    

3 F’in izahı kısaca şöyle; tanıdığınız, bildiğiniz bir kişinin, organizasyonun, partinin, hükümetin hiç ihtimal vermediğiniz bir zamanda hiç ihtimal vermediğiniz bir davranışı ile karşılaşıyorsunuz. Şoke oluyorsunuz. Üzülüyorsunuz. Kızıyorsunuz. Kabullenmekte zorlanıyorsunuz ama gelişmeler sizi mevcudu kabule zorluyor. İşte tam bu noktada ya donup kalıyor ve ne yapacağınızı, ne diyeceğinizi, nasıl tavır takınacağınızı bilemiyorsunuz. Donup kalma diye tercüme ettim bu hali. Ya da “Lanet olsun. Bana ne! Zararı bana dokunmadıktan sonra umurumda değil.” deyip kenara çekiliyor, olanları dışarıdan izliyorsunuz. Veya “Yapılanlar yanlış. Bunun doğrusunu ikame etmeli.” diyor ve bedel ödemeyi de göze alarak yanlışlıklarla mücadele etmeye yöneliyorsunuz.

Şahsen ben Türkiye’de son iki yılda zirve yapan yanlışlıkların halkımız tarafından her şeye rağmen artık göründüğü ve bilindiği kanaatindeyim. “Makarna ve kömüre tav oluyorlar” nitelendirilmesi ise anlatılmaya çalışılan konumun çok ötesinde bir mevkide durduklarını düşünüyorum. 7 Haziran 2015 genel seçimlerine kadar görmeseler de, ondan sonra görmeye başladıklarını ve şimdilerde ise çıplak gözle müşahede ettiklerini zannediyorum. Zira o yanlışlıkların neticeleri kendilerini de hem maddi hem de manevi olarak vurmaya başladı. Onun için son 4-5 yıl öncesinden bugünlerimizi görüp anlatanlara kulak tıkayanlar ateş bacayı sarınca “Ah ve eyvah!” demeye, meselenin cemaat-hükümet kavgası olmadığına kesin kanaat getirmeye başladılar.

Aslında uzmanlarının 3 F diyerek izaha çalıştığım tespitini bir adım daha öteye götüren bir başka tespit daha var. Bu tespiti Erzurum’da yaşı 60’ı aşkın, işçi maaşıyla 7 çocuk büyütmüş ve emekli olmasına rağmen maddî imkânsızlıklardan dolayı taksi şoförlüğü yapan bir amca yapmıştı. 2014 yılının Kasım ayıydı. Erzurum şehir içinde taksi ile kısa bir yolculuk yapmıştım kayınbirader, eşim ve kayınvalidemle birlikte. Şoför amcaya memleket ahvalini sorunca bize sadece iki kelime etti: “Cebine ve canına.” “Ne demek istiyorsun?” dediğimizde o amca bize kulaklara hoş gelen Erzurum şivesiyle: “Bizim milletin cebine ve canına dokunmadıkça uyanmaz ağabey.” demişti.

Olan ile olması gereken arasındaki farka bakıyor ve üzülüyoruz. Hadiselerin perde arkası, şahısların gerçek niyet ve yüzlerinin açığa çıkmasıyla şoku çabuk atlatıp elimizdeki imkânlara bakıyoruz. Ne donup kalıyoruz  ne de banane deyip bir kenara çekiliyoruz.  Demokratik hukuk devleti kuralları içinde “eğriye eğri doğruya doğru” dediğimiz “iyinin, güzelin, doğrunun, hakikatin” mücadelesini verdiğimiz aşikâar. Bütün bunlara rağmen vicdanımız rahat diyemiyoruz. Ülkemiz yangın yerine dönmüş nasıl rahat olacak ki?

Söz bitti dedim ama içim rahat değil; zira şimdi olduğu gibi yine söz belirleyecek gidişatı. Onun için “Önce söz vardı” deyip sözü İbn-i Haldun ile sonlandırmak isterim, belki son şans kulak asanlar olur diye: “Bir devlet haksızlıktan, kötülüğe meyletmekten, yolsuzluktan ve keyfîlikten kendisini uzak tutarsa, itidal yoluna girer ve doğru yoldan ayrılmazsa onun pazarında halis altın ve saf gümüş piyasaya çıkar.” Gazetelerin haberine göre 1 Kasım 2015’ten bugüne yani 2,5 ay içinde Türkiye’den kaçan sermaye miktarı 17 milyar dolarmış. Neden acaba? İ. Haldun’un sözleri cevap olur mu bu soruya? Ne dersiniz?

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.