Parçacı dükkânı

Uzaklarda arabanızın bir parçaya ihtiyacı çıkıyor. Fazla seçme şansınız yok. O bölgede o parçayı bulunduran bir dükkândan alışveriş etmek zorundasınız.

Dükkân sahibine içiniz hiç ısınmıyor. Kaba, hatta güvenilmez buluyorsunuz. Çalışanlarına kötü muamelesinden rahatsız oluyorsunuz. Ama işinizi halletmeniz de şart. Parçayı alana kadar katlanıyor, ‘İnşallah bu dükkâna bir daha işim düşmez’ diye düşünüyorsunuz. IŞİD’e karşı savaş açan Obama yönetiminin Erdoğan rejimine yaklaşımı işte buna benziyor.

Başkan Obama, özellikle Gezi’deki tutumundan sonra Tayyip Erdoğan’ın yüzünü görmek, hatta sesini bile duymak istemiyordu. Nitekim irtibatını minimuma indirdi. Yolsuzluk skandalı ve hukuku askıya alma girişimleri, Washington’u Ankara’dan iyice soğuttu. Ama Türkiye öylesine kritik bir jeostratejik konuma sahip ki, Amerika’nın bölgede özellikle askeri boyutlu işi çıktığında, Ankara’daki parçacı dükkânının kapısını çalmaktan başka çaresi kalmıyor. Şu anda da durum bu.

Obama’nın son birkaç haftadır Cumhurbaşkanı Erdoğan’la artan görüşme trafiğinin temel sebebi, ABD’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak. Önce NATO zirvesinde görüştüler. Türk tarafı Suriye’ye radikal ve terörist akışını önleme konusunda bunaltıcı bir baskıya uğradı. Birleşmiş Milletler 69. Genel Kurulu vesilesiyle New York’a gelen Erdoğan’a Amerikalılar yine tam saha pres uyguladı. Başkan Yardımcısı Joe Biden, Erdoğan’ı ziyaret etti. Obama, telefon açtı. Tevekkeli değil, Erdoğan daha Ankara uçağına bile binmeden tornistan yaparak IŞİD karşıtı koalisyona ‘askeri’ katkıdan söz etmeye başladı.

ERDOĞAN, NEDEN TEZKERE İSTİYOR?

Siz bakmayın, Erdoğan ve emanetçi hükümetine dev aynası işlevi gören sahibinin medyasına. Onlar BM kürsüsünden çoğu boş koltuklara yapılan üçüncü dünya ayarındaki hamasi konuşmalardan bile zafer devşirebiliyor. Keşke iddia ettikleri gibi bir ‘dünya lideri’miz olsaydı. Ama nerde? Kitleler hipnoz ediledursun, gerçek manzara şudur: ‘Paralel’ darbe takıntısını düşünce kuruluşu CFR’da da tekrarlayan Erdoğan’a artık herkes paranoyak muamelesi yapıyor. ABD hükümete ‘Rehineler de serbest. Savaşa katılmamak için mazeretiniz kalmadı’ diye bastırıyor. Karşı koyabilmek ise mümkün gözükmüyor. Şimdi gelsin tezkereler…

2003’te ABD’nin Irak savaşı için Meclis’ten tezkere çıkarma teşebbüsü ile son süreç arasında ilginç bir benzerlik var. O dönem de ABD’nin elini boş çevirmek istemeyenlerin başında Erdoğan geliyordu. Neoconlar Erdoğan’da siyasetin basamaklarında yükselme ve uluslararası meşruiyet kazanma adına pragmatik davranabilecek bir siyasetçi profili keşfetmişti. O zamanlar henüz zayıf olan Erdoğan, orduya direnebilmek için Washington’un desteğini almayı çok önemsiyordu. Şu anda da Erdoğan’ın ABD’ye yardımda herkesten birkaç adım önde koştuğu görülüyor. Seçim kampanyalarında kükreyerek Amerikan büyükelçisini tehdit eden siyasetçi gitti, uzlaşmacı biri geldi. Neden acaba? Son dönemlerde Batı’da dibe vuran şahsi imajını düzeltmek; her yanından yolsuzluk, otoriterlik ve hukuksuzluk dökülen yeni düzeni korumak için olmasın?

GÜÇLERİ GAZETECİLERE YETİYOR

Peninsula otelinin üst katlarında Biden yüz yüze, Obama telefonla Erdoğan’a baskı yapıp çeşitli tavizlere zorlarken, bizimkilerin gücü ise alt katlarda görevini yapmaya çalışan gazetecilere yetiyordu. Erdoğan’ın agresif korumaları Bugün Gazetesi’nden meslektaşım Adem Yavuz Arslan’ı tartaklayarak dışarı atıyor, bazı yakın danışmanları da sokakta bile peşini bırakmayıp ağır hakaretler yağdırıyordu. Basın ve insan haklarına aykırı otelden çıkartma zorbalığına medenice direnirken ben de Erdoğan’ın fedailerinin türlü çirkinliklerine maruz kaldım. Ve tartaklanmaktan New York polisinin yardımıyla kurtulabildim. Tek günahımız, yandaş gazeteci olmamaktı. Siz Türkiye’nin yumuşak gücünü böyle faullü hareketlerle yiyip bitirdikçe, Batı da size bir kaba güç deposu olarak bakar. Sadece kavgaya adam toplarken, size müracaat eder.

Erdoğan, BM konuşmasında ‘Dünya 5’ten büyüktür’ diyerek Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip beş büyük gücün son sözü söylemesinden rahatsızlığını ortaya koyuyordu. Ama 1 rakamı 5’ten küçük olduğundan, kendi konuşup kendisi dinliyordu. Kaldı ki Ankara’nın dillendirdiği Suriye’de tampon bölge fikrinin hayata geçebilmesi, o 5’in en azından birkaçının desteğine bağlı. Zira uçuşa yasaklı bölge, sadece BM ya da NATO çerçevesinde hayata geçirilebilir. Sanırım sadece son hafta değil aslında bir süredir devam eden müzakerelere rağmen 5’in biri bile ikna edilemedi. ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, kısa vadede böyle bir planları olmadığını söyledi. Ancak bizim göz boyayıcı medya bundan da bir İstanbul’un fethi çıkarır, siz merak etmeyin…

‘Kürtlere destek versek de mi IŞİD’le savaşsak, vermesek de mi savaşsak’ totosunda ikinci şıkkı tercih eden Ankara’nın Washington’da işi kolay değil. Zira Kürtler özellikle Amerikan Kongresi’nde ve kamuoyunda mazlum ve sadık bir dost olarak görülüyor. PKK ve PYD gibi ayrımlar çoğu Amerikalı için fazla teferruat. Gerçi Washington Türkiye’den daha fazla taviz alırsa, Kürtleri yine hayal kırıklığına uğratabilir. Daha önce yapmadıkları şey değil. Hükümet ABD’ye PKK ve PYD’yi dışlama talebinde bulunurken, Türkiye’deki ‘çözüm süreci’ni de ateşe atıyor. AK Parti devletleştikçe Ankara’nın kadim güvenlikçi reflekslerini benimsiyor. Olan, devlet içinde sürecin sonuyla ilgili öngörülerini erken dile getirdiği için ‘paralel’ yaftası yiyenlere oldu. Keşke çözümde samimi olsalardı. Maalesef gündelik siyasi çıkarları için önemli özgürlük hamlelerini yarım bırakan bir zihniyetle karşı karşıyayız.

Türkiye’yi zor tercihler, zor günler bekliyor. Parçacı dükkânını izlemeye devam edeceğiz.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.